Elmaz Yunusova

Tataraş


Скачать книгу

Cellatların önünde infazını bekleyen mahküm gibi, zavallıların gözleri bir birleriyle sessizce vedalaşıyordu. İşte, burası tam bir kâbus meydanıydı.

***

      Bir gün önce Bağışın hizmet ettiği askeri birlik Tahıl Camanak yanından geçen yoldan Akyar’a gidiyormuş. Geçici olarak yol yakınlarında kalan ailesini bir geceliğine ziyaret etmek için kumandanından izin istemiş. “Sabah saat sekizde Akyar’da olmalısın”, şartı ile izin vermiş. Fırsatı elden kaçırmadan öğleden sonra hiç ümit edilmedik anda o evine geldi.

      Bağış yaşı elliye varmış uzun boylu, zayıf gövdeli, omuzları geniş bir adamdı. Saçları sarı ve Beşüylilere has olan iri, gök gibi derin mavi gözlüydü. Göğsünü cephede aldığı madalyaların süslediğinden gururlu ve kendisinden emin bir insan olduğu yürüyüş ve tavrından belli oluyordu.

      Bağış küçücük, aydınlık ve temiz bir odaya girdi. İki duvar boyunca setler kurulmuş. Döşenmiş minderlerin üzerine koyu renkli basma kumaştan dikilen kılıflar geçirilmişti. Setin arka tarafına boydan boya aynı renkte samanla doldurulan duvar yastıkları dizilmiş, yastıkların üst kısmına düzenle buruşmayacak bir şekilde bembeyaz kenarları dantelli peşkirler çektirilmişti. Odanın bir kenarındaki duvar dolabının önüne beyaz perde asılmış. Yanında büyük masa ve etrafında dört tane sandalye duruyordu. Karşı köşede ise yerleşen sandığın kapağı üzerinde iki minderle iki tane yorgan pürüzsüz katlanarak, biri birinin üstüne dizilmişti.

      Bağış odaya girdiğinde iki yaşındaki oğlu Server aşağıdaki ufak masa yanında oturmuştu. Necibe ise set üstünde dört aylık kızçağızını emziriyordu. Kocasının aniden içeri girmesi onı biraz şaşırtmıştı tabi. Bağış Server’i kuçağına alarak set üzerine Necibenin yanına oturdu.

      Akşama Necibe baklalı kesme erişte süzecek ve patatesli çibörek pişirecekti. Sevinci içine sığmıyor, “Hiç olmazca bir güncük ev aşlarından yediririm, bir daha ne vakit gelmeye kısmet olur, bilemeyiz? Yarın gene cepheye gidecek.” diye kendi kendine söyleniyordu. O anda iki askerle bir subay avluya girdiklerini pencereden gördü. Kadının keyfi bozuldu.

      “Bütün gün bir yerlerde serseri gibi gezip, akşama gene geldiler hayırsızlar, dedi öfke ve rahatsılığını gizlemeden.

      “Kimler?” diye sordu eşi.

      “Şunlar.” dedi kadın ve pencereden avluyu kafasıyla işaret etti.

      Bağış yerinden kalkarak pencereye baktı. Avluda askeri kıyafetli üç adam duruyordu. Biri yüzbaşı, diğer ikisinin asker oldukları fark ediliyordu.

      “Onlar burada ne yapıyorlar?” diye sordu Bağış.

      “Bir hafta önce bu eve tayin edilmişler işte, yan taraftaki hanede kalıyorlar. Beğenmedim ben onları. Hususan şu bıyıklı olanı.” diye cevapladı Necibe yüzbaşıyı işaret ederek.

      Bağış vaziyeti anlamak için onlarla görüşmek amacıyla dışarı çıktı. Sağ elinin parmak uçlarını şapkasının güneşlik hizasına getirerek:

      “Zdraviye jelayu, tovariş kapitan! Leytenant motostrelkovoy diviziyi Seyitcelil Bağış, (Sizi selamlıyorum, yoldaş yüzbaşı! Motorlu tüfek bölümünün teğmeni).” dedi.

      Karşılıklı Rysça konuşmaya başladılar.

      “Hangi nedenle kendi birliğinizde değil de, buradasınız teğmen?” diye sordu sert bir tavırla yüzbaşı.

      “Yoldaş yüzbaşı, kumandanımdan ailemi ziyaret izni aldım. Yarın sabaha kadar.” diyerek cebinden katlanmış kâğıdı çıkarıp uzattı Bağiş. Yüzbaşı kâğıdı okuyunca geri verdi.

      “Rahat, teğmen.” diye keyfsiz bir suratla onlara ayrılan eve doğru gitti.

      “Öğlen yemek yedinizmi?” diye sordu Bağış dışarıda kalan iki askere.

      “Bügün öğlen yemeği yemedik yoldaş teğmen.” diye cevap verdi askerlerin genç olanı.

      Bağış eliyle tamam işareti yapıp kendi evine girdi. Necibe konuşulanları duymuştu ve kendilerine yetecek miktardaki yemeklerini dışarıdakilerle paylaşmaya niyeti yoktu. Kocasına kızdı. Gözünün tutmadığı bu suratsız insanlara yemek götürmek de neyin nesiydi şimdi. Ama kocası, komşusu açken karnı tok uyuyan bizden değildir, sözünü hatırlatınca bir parça da dişarıdakiler için ayırdı. Bağış tüm iyi niyetiyle eline iki savut alıp askerlerin yanına gitti. Savutların birinde eritilmiş tereyağı, kokulu baklalı kesme erişte süzmesi, ikincisinde ise bir kaç tane patatesli çibörek vardı.

      “Buyurunuz, afiyetle yiyiniz.” diye geri gitmek üzere döndüğünde, yüzbaşı yattığı yerden kalkarak:

      “Teğmen oturunuz.” dedi.

      İki askerine de “gelin” der gibi kafasıyla işaret etti. Onlar ise kendilerini hiç bekletmeden hemen masa başına oturdular. İkram edilen yemekleri hiç bilmiyorlardı ama yemeklerin hoş kokusı acıkmış midelerini iyice kazımaya başladığı hal ve hareketlerinden belli oluyordu.

      “Teğmen, adın ne demiştin?” diye bir kere daha sordu subay acele etmeden.

      “Bağış benim adım, bağış Seyitcelil.”diye cevaplandı Bağış.

      “Bağış, içecek bir şeyin var mı? Varsa getir beraber içelim.” diye isteksiz bir teklifte bulundu.

      “Yoldaş yüzbaşı, yarın erken saatte kalkmalıyım.” diye cevap verdi Bağış.

      “Hepimiz erken kalkacağız.” dedi subay tuhaf ve anlaşılmayan ifade ile.

      Bağış bu sözleri fazla önemsemedi ve geri döndü.

***

      Erkence kalkıp hazırlanan Bağış ağa dışarıda anlaşılmayan bir sesleri ve havlayan köpekleri işitti. Birileri kapıya sert sert vurmaya başladı.

      “Ne oldu?” diye Necibe ürkek sesiyle kocasına sordu.

      Kapıya sabırsızca ve daha şiddetle vurulmaya başlandı.

      “Hadi, çabuk kapıyı açın!” gibi emir sesi işitildi ve kapıya vurma şiddeti gittikçe arttı.

      Bağış kapıyı açar açmaz dünkü üniformalı askerler ellerinde tüfeklerle içeriye saldırdılar.

      “Hadi toparlanın. Acil ihtiyacınız olacak şeyleri alın, sizler sürgün edileceksiniz.” dedi kaba bir sesle yüzbaşı.

      “Siz ne diyorsunuz? Ben Sovyetler Ordusunun askeriyim. Sabah saat sekizde Sevastopol’da olmalıyım. Emiri yerine getirmek zorundayım. Ben hizmet eden birisiyim.” dedi Bağış.

      “Askermiş!” dedi subay alay ederek.

      “Nasıl hizmet ettiğinizi biliyoruz. Göğsüne madalyaları takınca, gazi olduğunu mu sanıyorsun? Hepiniz hainsiniz.” sözleriyle sesini yükselterek öfke ile bağırdı ve Bağışın göğsündeki madalyayı koparıp yere attı.

      Bağışın benzi sarardı. Birden öfkesine sahip çıkamadan, yüzbaşının yakasına yapıştı. Askerlerden birisi Bağış’a karşı tüfeğini doğrulttu.

      “Geri çekil.” diye bağırdı.

      “Rütbelerini sökün. Madalyalarını da alın.” diye emretti yüzbaşı.

      Göğsünden madalyaları koparıp aldılar. Koparılmış madalyaları nefret ile masa üstüne fırlattılar.

      “Toparlanın. Belgeleri, gerekecek eşyalarınızı alın. Ailenle beraber olacağını kendin için bir mutluluk bil.” dedi yüzbaşı odadan çıkıp giderken.

      Bağış dört yıl boyunca bu askerlerle beraber bir safta sırt sırta düşmana karşı