Melik Çağrı Küçükyıldız

Uyku Mevsimi


Скачать книгу

perküsyoncusu Nihat ilk defa ne yapacağını bilemedi. Notaya baktı, birkaç ölçü sonra sıra kendisindeydi. Zil sesiyle bu kadın mutlaka sıçrayacaktı. Görevini yapmazsa olmazdı. Zaten konserin sonlarındaydılar ve sırf bu an için uzun uzun beklemişti.

      Şefe baktı. Gözlüğü iyice burnuna düşmüş, batonu derinlerden göğe çıkıyor, bir anda tekrar yere iniyordu. Sanki gözleriyle büyülüyordu müzisyenleri. Tuhaf hareketler yapan dinleyici ise yanındaki kadını işaret ediyordu. Belli ki çok değer veriyordu ona. Uyanmasını istemiyordu kadının. Kesin karısıydı, yeni evlilerdi. Ya zamanı durdurmalı, ya şef kalp krizi geçirip düşmeli, ya da salon çökmeliydi. Bunların hiçbiri olmadı.

***

      Konser bitmiş, şef yüzünü seyircilere dönmüş, salonu selamlıyordu. Herkes şefi ve müzisyenleri çılgınca alkışlıyordu. Tuğrul konserin sona ermiş olmasına seviniyordu. Salon yavaş yavaş boşalmaya başladı. Deniz gözlerini açmış, ovuşturuyor, mahcup gülümsüyordu. Kollarını açarak bir kedi gibi gerindi, kalktı.

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 30.01.2011)

      TEKİL ŞAİR

      “Aylin Hanım, söyleşimize ‘Ağaca Yazılamayan Şiirler’ ile devam etmek istiyorum. Kitabınız çıkalı henüz bu kadar kısa bir zaman geçmişken geniş bir okuyucu kitlesine ulaştınız. Gördüğüm kadarıyla fuarın en çok ilgi gören yazarlarından birisiniz.”

      Aylin’in övgüler aldığı ilk söyleşisi değildi bu. Oysa böyle sözleri çok yavan bulurdu. Kendisiyle söyleşi yapan bu adamın laflarına kayıtsız kalmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Adam Aylin’in içini karartan bir soru sordu sonra.

      Kitabın ismi nereden geliyormuş…

      “Aslında sorunuzun cevabı biraz eskiye dayanıyor. Bilirsiniz… Kimileri ağaçlara aşklarını, özlemlerini kazırlar. Daha çocukken bunu fark ettiğimde rahmetli anneme nedenini sormuştum. Annem de birbirini seven insanların unutulmamak için böyle yaptıklarını anlatmıştı. Biraz daha büyüyüp şiir yazmaya başladığımdaysa ağaçlara yazılanların aslında birer kısa şiir olduklarını düşünür oldum. Diğer şiirler kâğıtlara yazılırken; bu kısa şiirler acemi şairler tarafından ağaçlara yazılıyordu.”

      Aylin daha fazla devam etmek istemedi. Az kalsın keder çuvalının ağzını açıp dökecekti içini salondakilere. Biraz daha cesareti olsaydı belki, daha annesi hayattayken son zamanlarını dargın geçirdiklerini, kitaptaki birçok şiiri bu hüzün dolu günlerde yazdığını anlatacaktı. Bunun yerine derin bir iç geçirdikten sonra “İşte kitabın ismini buradan esinlendim.” dedi ve cevabının dinleyicileri tatmin etmiş olmasını umarak sustu.

      Söyleşi uzadıkça uzamıştı. Soru sorma sırası konuklardaydı. Soru için bekleyen bir sürü el havadaydı. Oysa Aylin bu salonda daha fazla kalmak istemiyordu. Bugünün tatsız geçeceğini nereden bilecekti ki? Keşke bir bahane olsaydı, atabilseydi dışarı kendini o kalabalık salondan. Neyse ki birkaç soru geride kalmış, zaman daralmıştı. Artık son soruyu cevaplayacaktı.

      “Merhaba, ben ‘Kitap Dünyası’ dergisinden Rıza Yolyapan. Aylin Hanım, öncelikle baş sağlığı dilemek istiyorum, siz daha küçük bir şairken annenizle ilk kitabınız için düzenlenen imza gününde tanışmıştım.”

      Aylin’in nefesi daralıyordu, yutkundu. Anlaşılan biri köşe bucak kaçtığı pişmanlıklarını hatırlatmayı vazife edinmişti kendine. Bu adamı tanıyor muydu? Daha önce hiç görmüş müydü? Üstelik annesinin bir derginin yazarıyla ne işi olabilirdi ki?

      “Dostlar sağ olsun…” diyebildi.

      Rıza Yolyapan devam etti:

      “Soruma gelecek olursak, geçmişle karşılaştırıldığında Türk şiirinin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? ”

      Aylin sorunun bittiğine sevinmişti, cevabı kısa kesti. Söyleşinin sonunda, salondakiler dağılırken annesinden bahsedip soru soran adamın hızlıca yanına gitti. Onunla konuşmak istediğini söylese de, Rıza Yolyapan programının yoğun olduğunu, acele başka bir etkinliğe gitmesi gerektiğini söyledi. Kartvizitini bırakıp oradan ayrıldı. Aylin üzülmüştü. Belki de böylesi daha iyiydi. Annesi hakkında konuştukça acılarını yeniden yaşayabilirdi.

      Aylin evine gitmek için tren istasyonuna doğru yürürken geçmişi düşünüyordu. Sevdikleri geçmişte yaşamaya devam ederken, o yalnızlığa terk edilmişti. İstasyonda bedeniyle birlikte ruhunu da üşüten soğuk bir rüzgâr esiyordu. Yavaşlayarak yaklaşıp büyük bir gürültüyle duran vagonlara baktı. Camların ardından bakan onlarca göz istila etmek istiyordu ruhunu. İstemeye istemeye bu kalabalığın arasına karıştı.

      Şu adamın söylediği sözler Aylin’in aklından bir türlü çıkmıyordu. Annesiyle tanıştığını iddia eden adam… Tren ilerlerken oturmak yerine ayakta kalmayı tercih etti. Tutunduğu demir, ellerden oluşan bir kuleye dönmüştü. “Aynı kadere tutunup aynı yöne doğru ilerleyen insanlar…” diye düşündü içinden. Durakları geçiyorlar, ellerden kimi gidiyor, yerine yenileri geliyordu.

      Evleneceği adamla tanıştırdığında “Hayır, olmaz!” demişti annesi. Sonra âdeta yalvarmıştı. “Bak kızım, bu adam sana göre değil. Aklı bir karış havada. Ben gencecik yaşta kucağımda bebeğimle dul kaldım. Niye? Babana âşıktım. Âşıktım da ne oldu? Veda bile etmeden çekti gitti. Aynı kaderi senin de yaşamanı istemiyorum. Vazgeç…”

***

      Evinin merdivenlerini yavaşça çıkan Aylin anahtarıyla kapıyı açarken kedisi kapının eşiğinde belirdi. Çok sevinmişti. Çömelip kafasını okşadı bir süre. “Keser misin kızım şu miyavlamayı?” Tamam, karnın acıkmış anladık!” Tasına biraz mama koydu. Artık bu kedi Aylin’in her şeyi olmuştu. Annesi, yoldaşı, ev arkadaşı, yemek arkadaşı, her şeyi…

      Aklı şu adamın anlattıklarına takıldı yeniden. Hızla çalışma odasına daldı. Annesinden bahsederek eline ne geçmişti ki? Sırf salondakileri etkilemek için de böyle bir yalan atmış olamaz mıydı? “Allah bilir, annemi hayatında görmemiştir bile…” diye düşünürken çocukluğundan beri haberleri kesip biriktirdiği kutuyu buldu. Epeydir açmamıştı.

      Kutudan birer birer düzgünce kesilmiş kupürleri çıkartırken şairlik filmini geriye sarıyordu sanki. Şair Aylin’in hayat hikâyesi bir kutuya sığacak kadar basit ve kısa mıydı? Kim bilir, belki de… Yoksa şiirlerinin kurbanı mı olmuştu? Yalnızlığı durmadan çağırarak böyle bir sonu kendisi mi seçmişti?

      Nihayet ilk gazete haberine ulaşmıştı. Siyah beyaz sayfada gezinen küçük bir örümcek isminin üzerinden geçti ve kutunun derinliklerinde kayboldu. Bir yanında okul müdürü, diğer yanında annesi ile beraber kitaplarının başında çekilen fotoğrafına baktı. Nasıl da gururlu ve sevimliydi… Haberin altında koyu renkle yazılmış isme baktı: “Rıza Yolyapan!” dedi şaşkınlıkla. Bu adamı bulmalıydı. Onunla konuşmalıydı. Bir fısıltı kadar zayıf olsa bile, belki annesinin kokusunu hissederdi, sesini duyardı.

***

      Rıza Yolyapan’ın numarasını çevirdi. Elleri titriyordu. Sanki hiç gitmemesi gereken yasak bir yere gizlice giden çocuğun suçluluğunu yaşıyordu. Telefonu kapatsa mıydı? Bu adamla konuşmak suçluluğunu hafifletir miydi, artırır mıydı bilemedi. Tek istediği şey annesine ait bir şeyler duymaktı.

      “Rıza Bey, merhaba! Ben Aylin Kıyık.” diyerek söze girdiğinde heyecanı biraz yatışmıştı. Dergi hakkında konuştular bir süre. Aylin asıl konuşmak istediği meseleyi açtı:

      “Rıza Bey, bugün dediniz ya annemle tanıştığınızı… O günü hatırlıyor