Ataman Kalebozan

Gün Geceye Düştü


Скачать книгу

tenimi suya soktum. Temizlik ne güzeldi. Üzerimde benden bir yaş büyük ablamın artık ona küçülen entarisi vardı. Toprak sıcaktı. Sırt üstü uzanıp rüyamdaki çocuk türkülerimi dinlemeye başladım. Hava sıcaktı. Toprak yumuşacık bir döşekti. Su, tüm kirleri alıp benden uzaklaştırmakla meşguldü. Gözlerim kapandı usulca, ben istemedim ama kapandı. Elimde örgülerini açtığım saçlarımın ipi vardı.

      Sonra nefes alamadım. Çırpındım biraz ama üzerimdeki ağırlıktan kalkamadım. Pis bir kokunun anlamlandıramadığım karabasanı çalındı ağzıma. Ağzım kapandı. Gözlerim sarı leş gibi sarımsak kokan bir ağza çarptı. Ne oluyordu? Karabasan mıydı? İki ufak gözün kapkara bir suratla beraber üzerime eğildiğini gördüm. Kaba saba, nasırlı bir el ağzımı kapamış, bana: «Sus!» diyordu. «Ses etme!» diğer eli ile tuttuğu bıçağı boğazıma dayıyordu. Ben bir şey yapmadım, demek istedim ama sesim çıkmadı. Sadece türkü söylüyordum. Çocuk türküleri. Çok mu bağırdım? Bırak beni ne olur demek istiyordum ama içim söylüyordu bunları, sesim bir türlü çıkmıyordu. Korkudan her yerim kaskatı kesilmiştim.

      Çırpınmaya çalıştım ama adam o kadar güçlüydü ki kımıldayamadım. Bir bıçağın ucu boynumdan entarimi kesmeye çalıştı. Çıkaramadığım sesimin hafifliği bıçağın ucu ile kanatıldı. Ağırlık çocuk bedenimi ezdi. Güneş sarılarak entarimin mor menekşelerine boğup boğup onları sıcağı ile pamukların beyazına attı. Beyaza düşen morlar kırmızıya çalınıyordu. Çok değil azıcık ses etsem. Duyar mıydı az ötede görünmeyen gülüşlerin sahipleri beni?

      Çok değil, azıcık.

      Bizim oralarda kızlar ses etmezdi.

      BEKLEYİŞ

      Yattığım yerden perdenin desenlerine baktım. Desenler bu sabah bana biraz farklı geldi. Sanki renkleri solmuş gibi. Bu gün mutlu değilim. Sanırım bu yüzden her şey bana renksiz, tatsız tuzsuz geliyor. Yedi aydır çok zorunlu olmadıkça kalkmadan yatıyorum. İnsan yatmaktan yorulur mu hiç? Ben yoruldum. Canım çarşıda vitrinlere bakmak istiyor, bir çift ayakkabı için pazarlık etmek istiyor, kuaföre gitmek istiyorum. Çayla simit yemek istiyorum, ama nafile. Ne kadar istersem isteyeyim bunları bir müddet daha yapamayacağım.

      Ben dalmış düşünürken odaya eşim girdi. Gülümseyerek:

      “Günaydın canım.” dedi. Yanıma oturup nasıl olduğumu sordu. Zaten darmadağınık olan saçlarımı eliyle karıştırıp iyice dağıttı. Yatmak zorunda kaldığımdan beri beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyor. Belli etmese de endişeli olduğunu hissediyorum. Ben de endişeliyim. Korkuyorum. Beklediğim o gün için dua ediyorum. O günü beklerken sağa sola çatmaktan kendimi alamıyorum. Daraldım yatmaktan. Sırtım ağrıyor. Hızlı hareket etmeden yön değiştirmeye çalışıyorum ama zorlanıyorum. Kendimi kötü hissediyorum. Gözümü açtığım an karşımda ilk gördüğümle kavga etmek geliyor içimden. Her şey bunaltıcı. Yataktan fırlayıp aynanın tozunu almak istiyorum, ya da hafifçe eğilmiş düğün fotoğrafımızı düzeltmek istiyorum. Pencereyi açıp temizlik yapmak geliyor içimden, oysa yedi aydır tek yaptığım iş örgü örmek. Renk renk örgüler.

      Galiba ben gittikçe huysuz biri oluyorum.

      Eşim, iki ay sonra bu sıkıntıları hiç yaşamamış gibi olacağımı söylüyor. Hatta bu yan gelip yattığım günlerimi özleyecekmişim. Özleyeceğimi hiç sanmıyorum. Onun bu söylediklerine gülümsüyorum ve akşama gelirken bu sefer mor renkli bir örgü ipi getirmesini istiyorum.

***

      Sabaha karşı bir ağrı ile uyandım. Yattığım yerde kıvrılarak ağrının üzerine elimi koydum. Bu pek hayra alamet değil. Ağrılar için henüz erken. Çok erken. Korkuyorum. Hemen yanı başımda yatan eşimi uyandırıyorum. Eşim gözlerini aralayıp bana bakar bakmaz ne olduğunu fark ediyor. Bir yandan beni sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da telaşla kalkıp giyiniyor.

      Örgülerimi evde bir başına bırakıp hastaneye doğru yola çıkıyoruz.

***

      Ağrı odasındayım. Doktor beni muayene edip yaramazın erken geleceğini söylüyor. Korkudan mı ağrıdan mı, muayene sedyesinin soğukluğundan mı neden olduğunu bilmediğim sebeplerden üşümeye başlıyorum. Çok üşüyorum. Titriyorum. Eşim yanına ailemizi de çağırıp dışarıda beklemeye başlıyor. Bulunduğum yere kimseyi almıyorlar. Doktor ile hemşire yanıma gelip gidiyorlar. Koluma serum takıyorlar. Doktor ağrıları hızlandırmak için suni sancı vereceğini söylüyor. Zaten çok ağrım var. Karnım tarifi güç sancılarla kasılıyor. Nasıl nefes alıp vereceğimi anlatıyorlar. Aklım da duygularım da karmakarışık. Artık hiçbir şey düşünemiyorum. Tek istediğim bir an evvel bu dayanılmaz ağrıların sona ermesi. Ağlamaya başlıyorum. Bağırmaktan utandığım için dudaklarımı ısırıyorum. Gayret etmemi söylüyorlar. Bebeğimin hayata gelmesi için daha erken. Ya bir şey olursa? Sıkın dişinizi az kaldı diyorlar. Evet, az kaldı patiklerin sahibiyle tanışmaya.

***

      Pencere önüne bıraktığım yemleri yiyen güvercinleri seyrediyorum. İtişe kakışa pencere pervazına doluştular. Alt kattaki komşum etrafı kirletiyorlar diye kızacak biliyorum ama bu soğukta zavallılar aç mı kalsınlar. Yüreğim iyice yufkalaştı. Vara yoğa ağlıyorum. Bütün bunlar çok normalmiş. Öyle diyorlar. Ben güvercinlere dalmışken içerden ağlama sesi geliyor. Koşarak yanına gidiyorum. Mor patiklerini ayağına giydiriyorum.

      Gülümsüyorum.

      Bu günlerde perdelerimi daha çok seviyorum.

      DÜNYAYI DOLDURAN ÇAĞLA

      Burnumu cama dayayıp dışarıyı seyre koyuldum. Dağlara yağmur yağıyor yine. Bu bahar, bizim buralara çok yağmur yağdı.

      “Rahmet berekettir.” diyor babam. Ekinler tez elden boy atarmış. Fiğ daneleri rahmeti yiyince iri iri olurmuş. Babam da onları satar çok para kazanırmış. Çok parası olunca da bana spor ayakkabıyla naylon top alacakmış.

      Yağmur hâlâ dinmedi. Camda burnumun izini bırakarak “anne” diye sesleniyorum ama beni duymuyor. Durmadan yufka açıyor. Oklavayla hamuru çabucak inceltiyor. Pişiriyor. Soğumaları için bir köşeye bırakıyor. İşine öyle dalmış ki etrafa saçtığı undan, yanı başındaki varlığımdan habersiz.

      Tekrar:

      “Anne…” diye sesleniyorum.

      “Hıı… Efendim oğlum!” diyerek başını kaldırıyor.

      “Hani geçen gün dizi yırtılan pantolonum vardı ya, ondan bana yine top yapar mısın?” diye soruyorum.

      Annem, bu kaçıncı top, dercesine bakıyor yüzüme. Çünkü annemin şimdiye değin yaptığı tüm topları Rüstem Dede’nin bahçesine kaçırdım. Yüzüme en mahzun hâlini vererek annemin yanına sokuluyorum, yalvarıyorum. Annem yorgun elini alnına götürüyor, alnı una bulanıyor. Bakışlarını bana düşürüyor, bakışları sevgiye buğulanıyor.

      “Az bekle. İşim bitince yaparım.” diyor.

      Sedire çıkıp az evvel camda bıraktığım izine burnumu tekrar dayıyorum. Yağmur dinmiş. Komşumuz Rüstem Dede, üzerine yün hırkasını geçirip bahçeye çıkmış. Etrafını seyrediyor. Rüstem Dede’nin hiç çocuğu olmamış. Geçen yıl da eşini sele kaptırmış. Yeryüzünde yapayalnız kala kalmış. Yüzü gülmüyor. Suratının asıklığına inat, bahçesi çok güzel. Kaysı ağaçları meyveye durmak üzere. Hatta bazıları çağla haline gelerek yeşillenmiş. Gözüm kalıyor hep Rüstem Dede’nin çağlalarında. Çağlalar kaysılaşmadan ağaca tırmanıp ceplerimi doldurmak, elimi bulutlara dokundurmak geçiyor içimden hep. Sonra da ağacın dibinde oturup çağlaları tuza batırarak