p>Anar
Nazar Boncuğu
“Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi elinizden alırsa, kalplerinizi mühürlerse onları Tanrı’dan başka size kim geri verebilir?”
—Horrasio, yerlerde ve göklerde öylesine çok şeyler vardır ki, onları senin bilim adamların rüyasında bile görememiştir. Hayallerimiz onları bir hülya olarak bile algılayamıyor.
Mucizeyi inkâr eden insan o anda Allah’ı da inkâr eder, çünkü Allah’tan daha çok mucizeye muhtaçtır. Mucizeden ayrı yaşayamadığı için kendisi mucizeler uydurmaya başlar, efsuna, büyüğe yönelmeye başlar.
Allah bizi, bizim vasıtamızla gerçekler algılansın diye yaratmıştır.
Sanat bize, gerçekler bizi yok etmesin diye sunulmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM
Defnimden Sonra Üçüncü Gün
Dünya donların soyucak Yuyucu tenim yuyucak İletip kabre koyucak Acep nola benim hâlim. Beş karış bezdendir donum Yılan çayan yiye tenim Nere dönsem taştır yönüm Acep nola hâlim benim.
İnsan yalnızca kamıştan ibarettir, tabiatta zayıfların zayıfıdır, ancak o düşünen bir kamıştır. Kâinat onu ortadan kaldırmak isterse pek güçlükle karşılaşmaz, kolaylıkla öldürebilir. Dünya onu ortadan kaldırsa bile insan kendisini öldürenden daha liyakatlidir, çünkü o öldüğünü biliyor, ama kâinat kendinin bu üstünlüğü konusunda hiçbir şey bilmiyor.
Ölüm, insanlığın genel mutluluğudur. Bizi öbür dünyada ebedî bir mutluluk mu bekliyor? Bu sorunun cevabı bizi uçurumun eşiğine götürüyor, çünkü bilincimiz bu uçurumu geçmeğe muktedir değildir.
Ağrı…müthiş ve katlanılmaz bir ağrı… Vücudumun, yüzümün her bir karışına kor basıyorlar. Ağrıdan dolayı haykırmak… sesim çıkmıyor.
Ağrı… karanlık… zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Hiçbir şey göremiyorum. Gözlerim kapalı..
Ağrı…müthiş, katlanılmaz bir ağrı… Yavaş yavaş aklım başıma geliyor… Yükseklik. Çoook, çoook yükseklik. Dağın zirvesi mi? Hayır, değil. Karşımda dipsiz bir uçurum… Uçuyorum… Yüksek bir binanın tepesinden… Karşımda uçurum… Uçuyorum…
Arkadan bana doğru yaklaşan kim… Bir eli omzumda, bir eli belimde… Kuvvetli bir itiş. Uçuyorum…
Uçurumun dibi – sokak. Binalar takla atıyor… Saniyenin binde biri… Darbe. İçimden bir şeyler kopup saçılıyor… Yüzüm, üzerinden buharlar yükselen asfalta yapışmış, pide gibi yamyassı. Burnum yanaklarımın arasından bir yerlere çöküyor.
Ağrı… Müthiş ağrı, katlanması imkânsız… Beynimde yıldırımlar çakıyor.
Sonra… Hiçbir şey…
…ne ağrı, ne aydınlık, ne karanlık… sessizlik, sükût…
Rahatsız eden ağrı değil, onun düşüncesiydi. Bir vakitler duyulan bir ağrının hafızama kazınmış hatırası…
Göz kapaklarını, ağır bir yükü kaldırıyormuş gibi güç bela kaldırdı. Katrandan da katı karanlık… Bu, kapalı gözlerin içinde pembe, sarı, yeşil dairelerin oynaştığı bir karanlık değildi, açılmış vaziyetteki gözlerin yuvarlandığı bir karanlıktı. Bütün kâinata çöken karanlık… Hiçbir yerden iğne ucu kadar dahi ışık sızmıyor. Gözlerin, hiçbir zaman ona alışıp da bir şeyleri hissedemeyeceği öylesine katı bir karanlık.
Ne kadar bakarsan bak, etraftaki eşyaların çizgilerini birbirinden ayırmak imkânsız. Aslında etrafta hiçbir eşya da yoktu. Etrafın kendisi de yoktu üstelik. Sanki dar, karanlık bir torbanın içindeydi.
Ana rahminin karanlığı… dışardaki dünyanın renkleriyle ilgili hiçbir düşüncenin oluşmadığı o dönemin karanlığı. Ya da dünyaya, ışıklı dünyaya çıkmış isen yine de doğuştan gelen bir karanlığın içindesin.
Bu karanlık şimdi katlanılmaz bir ağrıyla birlikte varlığına birdenbire çökmüştü. Sızıltı şeklinde gelen ağrı vücudunu terk ettikten sonra, o kısa anın hatırası duyduğu ağrının kendisi kadar bütün benliğini sızlatıyordu…
Ağrı, kendisine algılama yeteneğini geri getiriyordu, bilinci damla damla, katre katre kımıldanmaya başlıyordu.
Onu bu yükseklikten aşağı itip düşüren kimdi? O ani düşüşten sonra, içinde meydana gelen ani bir patlayışla sanki iç organlarının tamamı yerinden kopup fırlamıştı. Peki, bu su nereden çıkmıştı da müthiş bir sağanak gibi tepesine boca ediyordu. Düş… “tüş” Türkler rüyaya düş diyor. Bizde çileğe “duş” diyenler de var. Ancak bu su duştan akar gibi akmıyordu, sağanak yağmura da benzemiyordu. Dopdolu bir leğenden boca eder gibi bütün vücudunu baştan ayağa ıslatmış, soğuk bir günde bedenini sızım sızım sızlatmış, tüyleri diken diken olmuştu. Vücut… Vücutname. İnsanın dünyaya gelişinden ölümüne kadar bütün ömrünü tasvir eden bir şiir. Hatta ölümünden sonra mezardaki durumunu da…Acaba hangi filozof, “ölüm anında – bu ani ölüm olsa bile, – her insanın o anda yaşadığı ömrünün tamamı, hatta en küçük olayları bile gelip gözünün önünden geçiyor…
Hafızasında, ani olarak yüzünde büyükçe yara izi olan biri canlandı… Tavla oyunundaki sesler, atılan zarlar, altı dört, çift se, dübeş, aklında daha çok dübeş kalmıştı. Saygın bir bilim adamı… Ateşler içinde yanıyor…ateşten korunmak için halıya bürünüyor, halı da ateş alıp yanıyor…Kırmızı çizgili üstlüğünü giyinen Zakir’in fal taşı gibi açılan gözleri, çıplak bir kadının sırtında bardak atılan yerlerin morartısı… Karanlık salonda kadının dizleri göze çarpıyor… Kimdi o kadın? Ölüm meleği mi? Azrail mi?
Ölüm böyleymiş… Peki ya o yükseklik, o boşlukta uçuş, o ağrının hatırası…Tanış yüzler… Öldüyse bunları nasıl hatırlıyor? Öbür dünya dedikleri bu galiba… Ölüm nedir – ebediyet. Son veya başka bir hayatın başlangıcı…
Onu daha çok darlık rahatsız ediyordu… Hareket etmek istiyordu, ancak eli kolu bağlı idi… Bilinçaltında bir anısı uyandı. Mısır’da idi, dar bir tünelden ihramlara, piramitlere doğru sürünüyordu… Birden sıkıldığını hissederek durmak istedi, ama boru gibi dar olan tünelin içinde doğrulamazdı, önünde ve arkasında aynen onun gibi sürünen turistler vardı… artık ne geriye, ne de öne gitmek mümkün değildi, başını da kaldıramıyordu, bu anda daral gelecek, yüreği patlayacaktı…
Patlamadı. Şimdi de aynı duyguları geçiriyordum, ama küçücüktüm, minnacık, bir el büyüklüğünde… bedenim, ellerim, ayaklarım nemli, yapışkan, yumuşak duvarlara değiyor. Kanlı ve duru olan ağdalı bir sıvının içindeyim. Karanlık ve sessizlik içinde çok uzaklardan bir ses duyuluyor – ritmik bir çarpıntı, raylar üzerinde yol alan trenin sesine benziyor, trenin acelesi var galiba… Ve benim içimde de bu çarpıntının ahengine uygun düşen bir şey çırpınıyor, bir gidiyor bir geliyor…
İçine doğru karın bölgesinden bir şey akmakta idi…tüyleri diken diken eden, “ancak henüz tüyleri çıkmamıştı” bir haykırış… kadın haykırışı…Suda batıyordu..nerdeyse boğulacaktı… Kaynağı bilinmeyen bir güç onu itiyordu.
Uzun yıllardan sonra yüksekçe bir yerden ölüme itildiği gibi şimdi de yaşama doğru itiliyordu.. Kendinin değil bir başkasının acılarıyla, inlemeleriyle, feryatlarıyla, dilinden dökülen ve birbiriyle ilintisi olmayan tek tük kelimelerle dar bir tünele yapışmıştı. Kurtulmak istiyordu… Nefesi kesiliyordu..
Her hamle, her haykırış onu ışığa doğru yaklaştırıyordu…