Чарльз Диккенс

İki Şehrin Hikâyesi


Скачать книгу

kullandığı araçları ve henüz tamamlayamadığı ayakkabıları istedi. Madam Defarge hemen kocasına seslenip bunları kendisinin getirebileceğini söyledi. Avluda koşarak karanlıkta kayboldu; istenenleri çabucak aşağıya getirip verdi. Hemen ardından da yine kapı dikmesindeki yerine geçip örgü örmeye devam etti ve hiçbir şey görmedi.

      Defarge arabanın üzerine binip arabacıya istikameti söyledi: “Sınıra!”

      Arabacı kamçısını şiddetle vurdu ve direklerde sallanan cılız lambaların ışığında gürültüyle yola koyuldular.

      Güzel sokaklarda biraz daha parlak, kötü sokaklarda ise çok cılız yanan lambaların, ışıklı dükkânların, neşeli kalabalıkların, aydınlatılmış kahvehanelerin ve tiyatro kapılarının yanından geçen araba, şehrin kapılarından birine yaklaştı. Sınır karakollarında, ellerinde fenerler olan askerler vardı.

      “Yolcular, kâğıtlarınız.”

      “Buyurun memur bey.” dedi Defarge arabadan inip görevliyi arabadan uzaklaştırırken. “Bunlar içerideki beyaz saçlı beyin kâğıtları. Bana emanet edildiler. Onunla birlikte arabada…”

      Adamın sesi kısıldı, askerlerin kullandığı fenerlerde bir hareketlenme vardı ve bu fenerlerden biri, üniformalı bir kol tarafından arabanın içine yöneltilmişti. Bu kolun ait olduğu bedendeki gözler sıra dışı bakışlarla beyaz saçlı adama baktı.

      “Her şey yolunda. Geçin!” dedi üniformalı.

      “İyi günler!” cevabı geldi Defarge’dan. Ve araba, cılız ışıklar saçan lambalar koruluğundan muhteşem yıldızlar koruluğuna doğru ilerledi.

      Âlimler, bu küçük dünyadan çok uzaktaki yıldızların bazılarının ışıklarının henüz yer yuvarlağına ulaşmadığını söylerler. İşte bu hareketsiz ve ebedî ışık kemerinin altında, gecenin kapkara gölgeleri her tarafı kaplamıştı. Soğuk ve kasvetli saatler boyunca, şafak sökene dek gecenin gölgeleri, mezarından çıkarılan adamın karşısında oturup onun hangi özelliklerini yitirdiğini ve bunlardan hangilerinin geri gelebileceğini merak eden Bay Jarvis Lorry’nin kulağına bir kez daha aynı eski soruyu fısıldadılar.

      “Umarım hayata dönmeye isteklisinizdir?”

      Ve yine eski cevap:

      “Bunu söyleyemem.”

      Bölüm 2

      Altın Bağ

      Beş Yıl Sonra

      Temple Bar yakınındaki Telson Bankası bin yedi yüz yetmiş beş yılı için bile modası geçmiş bir yerdi. Son derece küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsızdı. Mekanın yanı sıra zihniyeti de eski modaydı. Zira şirketin ortakları onun küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsız olmasıyla gurur duyuyorlardı. Aynı zamanda, onun bu özellikleriyle itibar kazandığını düşünüp böbürleniyorlardı. Daha hoş, daha yeni olursa saygınlığını yitireceğine dair aleni bir inanca sahiptiler. Bu pasif bir inanç değil, şirketin elverişli alanlarında hayata geçirdikleri aktif bir inançtı. Söylediklerine göre Tellson geniş ve rahat bir yer istemiyordu, Tellson ışık istemiyordu, Tellson süs istemiyordu. Noakes ve Ortakları veya Snooks Kardeşler bunu isteyebilirdi; ancak Tanrı’ya şükür, Tellson bunu istemiyordu.

      Ortaklardan herhangi biri, Tellson’u yenilemek isteyen oğlunu mirasından men edebilirdi. Bu anlamda şirket, ülkeyle aynı zihniyetteydi. Bu ülke de, uzun zamandır şikâyet konusu olan fakat saygınlık unsuru olarak kabul edilen hukuk kuralları ve geleneklerde yenilikler, değişiklikler isteyen evlatlarını sık sık mirasından mahrum bırakıyordu.

      Nitekim Tellson, rahatsızlık açısından kusursuz bir zafer kazanmıştı. Lüzumsuz bir hırçınlık eden kapıyı gürültüyle açtıktan sonra, iki basamak aşağıdaki Tellson’un içine düşüyordunuz. Burası iki gişenin bulunduğu sefil bir iş yeriydi. Gişelerin arkasında duran olabildiğince yaşlı iki adam, çeklerinizi rüzgâra kapılmış gibi sallayıp, Fleet Caddesi’nin çamurlu sularıyla sürekli duş alan ve kendi demir parmaklıklarıyla Temple Bar’ın büyük gölgesi yüzünden iyice kararan pencerelerden gelen cılız ışıkta üzerlerindeki imzayı kontrol ederlerdi. İşiniz bankaya gitmeyi gerektirmişse önce hücreye benzer bir tür bekleme odasına alınıyor, burada boşa geçen hayatınızı düşünmeye dalıyordunuz. Siz, insanı melankolik eden alaca karanlıkta zorla gözlerinizi açıp kapatırken, banka görevlisi, elleri ceplerinde geliyordu. Paralarınız, açılıp kapandıkça tozları burnunuza dolup genzinize giden kurtlu ahşap çekmecelerden geliyor veya bunlara konuyordu. Kâğıt paralarınız sanki çabucak çürüyüp dağılıverecek gibi küf kokuyordu. Bozukluklarınız lağım çukurlarının hemen yanında istifleniyor, bu nedenle bir iki gün içerisinde tüm parlaklığını yitiriyordu. Senetleriniz mutfak ve bulaşıkhanelerden bozma uyduruk kasa odalarına konuyor, bankanın havasındaki yağın tümü üzerlerine siniyordu. Aile kâğıtlarınızın konduğu daha önemsiz kutular üst katta, içinde, üzerinde hiç yemek yenmemiş büyük bir yemek masasının bulunduğu bir göz boyama odasına götürülürdü. Burada, bin yedi yüz seksen yılında bile, eski sevgilinizin veya küçük çocuklarınızın size yazdığı ilk mektuplar, Temple Bar’da en vahşi Afrika kabilelerine yaraşır gaddar ve zalim bir duygusuzlukla sergilenen kesik başlar tarafından pencerelerden seyredilmekten yeni yeni kurtuluyorlardı.

      Fakat gerçekten de o dönemde ölüm cezası sadece Tellson için değil, tüm ticaret hayatında ve mesleklerde popüler olan bir yöntemdi. Ölüm doğanın her dert için sunduğu bir çareydi; neden kanunlar bu çareden faydalanmayacaktı ki? Bu nedenle sahtekârlar, kalpazanlar, bir mektubu izinsiz açanlar, kırk şilin altı peni çalanlar, at hırsızları, sahte şilin basanlar ya da suçlar âlemine bir şekilde bulaşanlar hep ölüm cezasına çarptırılıyordu. Suçları engellemek için iyi bir yol olarak görülmesine ilaveten –aslında bunun tam tersinin geçerli olması çok daha dikkat çekiciydi– aynı zamanda da her davanın yaratacağı farklı sorunlardan kurtarıyor ve geriye ilgilenilmesi gereken bir şey kalmıyordu. Bu nedenle o günlerde Tellson, aynı dönemde faaliyet gösteren büyük şirketler gibi pek çok can almıştı. Öyle ki bu başlar, gizlice yok edilmek yerine Temple Bar’da yan yana dizilse, zemin kata giren o birazcık ışık bile girmez olurdu.

      Karanlık raflar ve dolaplar arasına sıkışmış, tıpkı bir mezardaymış gibi işlerini yapmakta olan yaşlı adamlar vardı. Tellson’un Londra şubesinde genç birini işe aldıklarında, yaşlanana kadar onu bir yerlerde saklarlardı. Tıpkı bir peynir gibi Tellson’un havası ve mavi küfleri üzerine sinene kadar onu karanlık bir yerde tutarlardı. Ancak bundan sonra görülmesine izin verilir, bu adamlar pantolon ve tozluklarıyla büyük defterlere gömülürlerdi.

      Tellson’un dışında, çağrılmadıkça asla içeri girmeyen, işinin ne olduğu belli olmayan bir adam vardı. Genellikle kapıcılık ve habercilik yapan bu adam, şirketin ayaklı tabelası gibiydi. İş saatlerinde asla yerinden ayrılmayan bu adam getir götür işlerine baktığındaysa yerine oğlu bakardı. On iki yaşındaki bu afacan, babasının tıpkısının aynısıydı. İnsanlar, Tellson’un bu garip görev adamına büyüklük gösterip müsamaha ettiğini anlıyorlardı. Bu kapasitedeki insanları şirket daima hoş görmüştü ve kader bu insanı bu göreve getirmişti. Soyadı Cruncher’dı ve gençliğinde bulaştığı karanlık işleri bıraktığında Hounsditch’teki bölge kilisesinde kendisine Jerry ismi verilmişti.

      Yer Bay Cruncher’ın Whitefriars’ta, Hangingsword yolundaki evi; zaman rüzgârlı bir Mart sabahı, saat yedi buçuktu. Yıl, İsa’dan sonra bin yedi yüz seksendi.

      Bay Cruncher’ın evi pek de hoş bir muhitte değildi. İki odalı bir evdi; fakat tek penceresi olduğundan iki odalı demek zordu. Yine de oldukça iyi durumdaydı. O rüzgârlı