karanlık, sabahtan akşama kadar inleyerek odayı arşınlıyordu.
“Ah Anfisa ah!..” diye içini çekiyordu. “Beni anlamanı isterim. Bu çocuğa bir şey olursa, bütün hayatım yıkıldı gitti demektir! Boşu boşuna yaşamış olacağım, anlıyor musun, boşu boşuna!..”
Bu türlü sahneler ve babasındaki ani mizaç değişiklikleri başlangıçta çocuğu ürkütüyordu. Ama çabucak alıştı Foma bütün bunlara ve pencereden bakınca, babasının kızaktan sallanarak indiğini görür görmez, en ufak bir heyecana kapılmadan, “Hala!” diye sesleniyordu artık içeriye. “Bak yine babam sarhoş geliyor!”
Bahar nihayet geldi. Ve İnyat sözünde durarak, oğlunu da aldı gemisine. Böylece, Foma’nın önünde yepyeni bir hayatın ufku açılıyordu.
Tüccar Gordeyev’in hızlı, sağlam ve güzel römorkörü “Yermak” akıntıya iniyor işte. Her iki bordadan da Volga kıyıları seğirtiyor onunla buluşmaya. Baştan başa güneşle yıkanmış olan sol kıyı, yemyeşil muhteşem bir halı hâlinde gökyüzünün başladığı yere kadar uzanıyor; sağ kıyı ise, ormanlarla kaplı sarp yamaçlarını göğe tırmanmak ister gibi uzatıp, sakin ve mağrur bir şekilde kayboluyor.
İki kıyının arasında ki geniş bağırlı ırmak, olanca ihtişamıyla yayılıyor. Gürültüsüz, acelesiz, güvenle akıyor suları. Sağ kıyıdaki yamaçlar siyah gölgeler hâlinde yansıyor; sol kıyı boyunca kum yığınları altın şeritleriyle, geniş çayırlar yeşil kadifeleriyle süslüyor ırmağı. Yer yer, tepelerin üzerinde ya da ovada köyler beliriyor; pencere camlarında ve saman damların ipeği üzerinde ışıldıyor güneş; kiliselerin haçları parlıyor ağaçların yeşili arasında; yel değirmenlerinin gri kanatları tembel tembel dönüyor; bir fabrikanın bacasından yükselen duman, gökyüzüne doğru kıvrılıyor yavaş yavaş. Mavi, kırmızı, beyaz gömlekli bir alay yumurcak kıyıda toplanmış, ırmağın sessizliğini yırtan gemiyi çığlık çığlığa uğurluyorlar ve ayaklarını yalıyor pervanenin kanatlarından fışkıran neşeli dalgalar. İçlerinden bazıları bir kayığa doldular işte, dalgaların üzerinde bir oraya bir buraya sallanabilmek için akıntının ortasına doğru kürek çekiyorlar. Ağaç tepeleri çıkıyor sudan, kabaran sularla sürüklenmiş kocaman ağaç demetleri bunlar; dalgaların arasında birer ada gibi duruyorlar. Derin bir iç çekişi andıran hüzünlü bir türkü yükseliyor kıyıdan:
“Ooooh, ooooh, biraz dahaaa!..”
Dalgasıyla köpüğe boğarak aşıyor gemi kayığı. Birden çoğalan dalgaların sarsıntısıyla titriyor yumurcaklar; bacaklarını ayırıp denge sağlamaya çabalayarak gemiye bakıyor, gülüyor ve anlaşılmaz bir şeyler haykırıyorlar. Güzel besili bir inek yürüyor ırmak boyunca; sırtındaki sarı kalaslar altın gibi pırıldıyor, yansıyor bulanık sularında baharın. Bir yolcu vapuru geliyor karşı taraftan düdüğünü öttürerek; düdüğün boğuk yankısı, ormanı aşıp sarp kıyının geçitlerine doğru uzaklaşarak ölüyor, iki geminin dümen suyu çatışıyor ırmağın ortasında, dönüp gemilere çarpıyor sular, gemiler yalpalanıyor.
Ufak vadilerle yarılmış kıyının tatlı yamaçlarında, güz buğdayının yeşil halısı, dinlendirilen toprakların kahverengi ve ilkbahar buğdayı için sürülmüş toprakların siyah şeritleri yayılmış uzanmakta. Tarlaların üzerinde kuşlar, gökyüzünün masmavi perdesine dağılmış ufak noktalar hâlinde uçuşuyor; bir sürü otluyor ileride, uzaktan bakınca bir oyuncak diyeceği geliyor insanın; kancasına yaslanmış olan çoban, küçücük bir silüet hâlinde, ayakta ırmağa bakıyor.
Göz alıcı bir ışık, sınırsız bir uzay ve sonsuz bir hürriyetten ibaret her şey; ortalığa yemyeşil otlakların sevinci, masmavi gökyüzünün berraklığı hâkim. Suyun sakin sakin akışında, zapt edilmiş bir kuvvetin varlığı hissediliyor; gökte cömert mayıs güneşi, har vurup harman savururcasına saçıyor ışınlarını; çamların muhteşem kokusuyla ve yaprakların tazeliğiyle doluyor hava. Kıyılar, güzelliklerini bir okşayış gibi sundukları gözlere ve ruha durmaksızın yepyeni tablolar taşıyarak, gemiye doğru hızla ilerliyor.
Her şeyde yavaşlığın damgası okunuyor: Her şey, tabiat ve insanlar, acemice ve tembelce yaşıyor; ama bu gevşekliğin ardında henüz kendi bilincine ermemiş, arzu ve amaçlarını henüz açıkça belirlememiş yenilmez bir kuvvet var sanki… Ve bu mahmur hayattaki bilinç yokluğu, kaçınılmaz bir keder gölgesi düşürüyor bütün o güzelim sınırsızlığa. Sabırlı bir boyun eğiş, daha canlı bir şeyi sessizce bir bekleyiş var evrende; guguk kuşlarının rüzgârla kıyıdan gelen ve ırmağın üzerinde bir süre asılı kalan çığlıklarında bile hissediliyor bu bekleyiş… Hüzünlü türküler, yardım yakarıyor gibi… Zaman zaman umutsuzluğun amansız ahengine bürünüyor türküler… Irmak bu umutsuzluğu derin iç çekişlerle cevaplandırıyor… Ve düşünceli düşünceli salınıyor uçları ağaçların… Uçsuz bucaksız bir sessizlik dalgalanıyor…
Foma, kumanda köprüsünün üzerinde, babasının yanında geçiriyordu bütün gününü. Sessizce, gözlerini iri iri açarak, kıyının tükenmek bilmez manzarasını seyrediyordu hep. Ve masallardaki büyücülerle yiğit kahramanların yaşadığı harikalar diyarındaki o geniş gümüş yolda ilerliyormuş gibi geliyordu ona.
Gördüğü şeyler hakkında sorular soruyordu zaman zaman babasına. İnyat severek ve kesinlikle cevap veriyordu oğluna ama cevapları Foma’nın katiyen hoşuna gitmiyordu: Onu temelden ilgilendiren ya da derhâl kavrayabileceği hiçbir şey yoktu bu cevaplarda; asıl işitmek istediği şeylerden hiçbirini bulamıyordu. Bir defasında, göğüs geçirerek babasına dönmüş ve “Anfisa halam senden çok daha iyisini biliyor!..” demişti.
İnyat gülümseyerek sormuştu:
“Söyle bakalım ne biliyor Anfisa?” Yürekten bir imanla cevap vermişti Foma:
“Her şeyi.”
Çünkü o harikalar diyarından eser yoktu önünde. Buna karşılık ırmağın kıyılarında sık sık şehirler beliriyordu, hepsi de Foma’nın yaşadığı şehre benzeyen şehirler. Kimisi daha büyük, kimisi biraz daha küçüktü ama hepsindeki insanlar, evler ve kiliseler, tıpatıp kendi şehirlerindeki gibiydi. Babasıyla birlikte çıkıp dolaşıyordu bunları bir bir, ama hiçbir vakit tam doymuyor, yorgun ve suratı asılmış olarak dönüyordu gemiye.
“Yarın Astrahan’a geliyoruz…” dedi nihayet bir gün İnyat.
“O şehir de bütün öteki şehirler gibi mi?”
“Gayet tabii!.. Nasıl olsun isterdin ki?”
“Peki sonra, daha ileride? Hiçbir şey yok mu daha ileride?”
“Deniz var… İsmi Hazar Denizi.”
“Denizin içinde ne var peki?”
“Balık var koca aptal, başka ne olur!”
“Kitece kenti suyun üzerinde dururdu ama…”
“Bak o mesele başka! Kitece kenti… Unutma ki sadece adiller yaşardı orada.”
“Denizin üstünde o adil şehirlerden yok mu hiç?”
“Hayır yok…” dedi İnyat.
Kısa bir sessizlikten sonra, açıklama ihtiyacıyla ekledi:
“Deniz suyu tuzludur çünkü, içmeye gelmez.”
“Peki ya denizin öbür kıyısında? Orada da yine toprak mı var hep?”
“Elbette! Deniz dediğin, kocaman bir tas gibidir. Etrafının hep kara olması şart…”
“Öbür kıyıda da yine hep şehirler mi var?”
“Hep