sırada Aristide Saccard’ın, Sör Mignon ve Charrier’e eşlik ettiği bitişikteki çardaktan sesler yükselerek:
‘‘Hayır gerçekten, Mösyö Saccard. Bunu sizden metre başına iki yüz franktan fazlaya geri alamayız.’’
Saccard tiz sesi ile haykırarak:
‘‘Ancak daha önce iki yüz elli frank değer biçmiştiniz.’’ dedi.
‘‘Peki, peki! Bakın, iki yüz yirmi beş frank koyacağız.’’
Sesler devam ediyor, ağaç yapraklarının altında tuhaf bir biçimde yankılanıyordu. Gece boyu içtiği şarapların ardından, beylerin sesi bir kuru gürültüden öteye geçmiyor; kadehindeki keskin şarabın son yudumlarında saklı sersemlik çağrısında bilinmeyenin hazzı ile suç heyecanına kapılıyordu. Renée, artık yorgun değildi. Arkasında, çalıların kısmen sakladığı lanetli bir ağaç olan Tangena; geniş, şimşir yaprakları ile uzanıyor ve beyazımsı gövdesinin en küçük damarlarında zehir damıtıyordu. Ve bir anda Renée, küçük salondan yayılan gün batımı sarısı ışığın yansımasında birlikte oturan Louise ve Maxime’in en içten gülüşlerinde aklını yitirerek kurumuş dudaklarını araladı, Tangena’nın bir dalına doğru uzanarak acı yapraklarından birine dişlerini geçirdi.
II
Aristide Rougon, savaş meydanlarının kokusunu uzaklardan alabilen bir yırtıcı kuş duyusu ile aralıktan sonraki gün Paris’e indi. Fransa’nın güneyindeki bir alt vilayet olan Plassans’tan henüz dönmüş, oradaki ayaklanmada babasının krizi fırsata çevirerek uzun zamandır beklediği vergi tahsildarı ataması işini halletmişti. Genç yaşında, bir çıkarı olmadan budala gibi hayatını tehlikeye attığı savaştan sağ salim kurtulduğu için kendisini şanslı sayıyor olmalıydı. Yanlış yola saptığı için deliye dönmüş; taşralara lanet okuyarak Paris’ten maymun iştahlılıkla ve ince dudaklarının arasında iğneli gülümsemesi ile korkunç bir anlam kazanan, ‘‘Artık bu kadar aptal olmayacağım.’’ sözlerini sayıklayarak bahsediyordu.
On sekizine yeni basmıştı. Saint-Jacques Sokağı’ndaki ufak dairesine bir eşya gibi yerleştirdiği sarışın, soluk tenli karısı Angèle’i de yanında getirmiş ancak dört gözle ondan kurtulmayı bekliyordu. Genç kadın; babasının, ailesinin yanına bırakmaya dünden razı olduğu dört yaşındaki küçük kızları Clotilde’den ayrılmak istemiyordu. Genç adam karısının isteğine ancak Plassans Kolejinde okuyan on bir yaşındaki arsız oğulları Maxime’i, onu büyüteceğine söz veren babaannelerine bırakmak koşulu ile boyun eğmişti. Aristide özgür olmak istiyordu; bir eş ve bir çocuk şimdiden ona yapmak istediklerini gerçekleştireceği vakit ilerlemesi gereken yolda belini bükecek, köstekten başka bir şey olmayacak ağır yükler gibi geliyordu.
Paris’e döndükleri akşam Angèle sandıkları açarken Aristide, ayağındaki taşralı ayakkabıları; milyonlarca kaynak çıkarmayı umduğu yanan kaldırım taşlarında parçalayana dek tüm şehri koşmak gibi acı bir istek duydu. Paris’e gerçekten hükmediyormuş hissi ile uzun kaldırımlar boyu amaçsızca yürüdü. Katıldığı savaş ile ilgili çok net bir görüşü vardı ve bu konuda kendisini ortak servetten payını kurnazca, gerekirse şiddete başvurarak alacak olan becerikli bir hırsız ile kıyaslamayı şimdiye kadar zalimce reddettiyse de artık bundan çekinmiyordu. Bir mazerete ihtiyaç duyduğunda on yıl boyunca bastırdığı arzularını, sefillik içindeki taşralı yaşamını, özellikle de yalnızca toplumu sorumlu tuttuğu hatalarını ileri sürerdi. O anda nihayet ellerini yeşil çuhanın üzerinde gezdiren kumarbazın heyecanı ile dolup taşarak açgözlülüğünü biraz olsun tatmin edeceği, zenginlerin yasal hırsızlığının salt zevkini hissetti. Paris’in havası onu sarhoş ediyordu. Araçların gürültülerinden yükselen Macbeth tonunda bir sesin, ‘‘Zengin olacaksın!’’ diye bağırdığını işitiyordu. Yaklaşık iki saat boyunca sokak sokak gezerek kusurlarına dilediğince hükmeden bir adam gibi davrandı. Öğrenci olarak geçirdiği bir yıldan beridir Paris’te bulunmamıştı. Gece çöküyordu; kafelerden ve dükkânlardan kaldırımlara saçılan parlak ışıklarda hayalleri giderek büyüyordu. Artık nerede olduğunu bilmiyordu.
Kafasını kaldırdığında Fauborg Saint-Honoré’nin ortasında olduğunu gördü. Kardeşlerinden biri olan Eugène Rougon, bir yandaki Penthièvre Sokağı’nda yaşıyordu. Paris’e gelirken hiç kuşkusuz darbenin ana katılımcılarından; şimdilerde son derece etkili bir şahsiyet, ileride önemli bir politikacı olacağına inandığı kardeşini de hesaba katmıştı. Ancak bir kumarbazın sahip olduğu batıl inanç ile o akşam kardeşinin kapısını çalmak istemediğine karar vermişti. Ağır adımlar ile Saint-Jacques Sokağı’na döndü; donuk bir kıskançlık ile Eugène’i düşünüyor, hâlâ yolun pisliği ile kaplı kıyafetlerine bakarak zenginlik rüyasında kendisini teselli etmeye çalışıyordu. Bu rüya, tümüyle bir acıya dönüşmüştü. Büyük adam olma hayali ile gezindiği Paris sokaklarından, dükkânların koşuşturmacası içinde kapıldığı rüyadan uyandıktan sonra şehirde gezinen mutluluktan büyük bir tiksinti duyarak eve dönmüş; onu ite kaka aralarında istemeyen bu mutlu kalabalığa büyük bir zevk ile meydan okuyacağı acımasız savaşının korkunç bir hırs ile hayalini kurmuştu. Başarıya ve zevke duyduğu ihtiyaç, hiç olmadığı kadar keskindi.
Ertesi sabah gün ağarırken kardeşi ile birlikteydi. Kardeşini rüya şehrinde lüks içinde bulmayı umarken Eugène; iki büyük odalı, zar zor döşediği, Aristide’i iliklerine kadar donduran bir dairede yaşıyordu. Küçük siyah masasında çalışırken hafif bir gülümseme ile söylediği tek söz: ‘‘Ah, işte buradasın! Seni görmeyi umuyordum.’’ oldu. Aristide hırçınlık ile kardeşini, bir tek nasihat verme nezaketinde dahi bulunmadan kendisini taşrada ot gibi yaşamaya terk edişi ile suçluyordu. Aralık ayına kadar cumhuriyetçi olarak kaldığı için kendisini asla affetmeyecekti. Bu onun kanayan yarası, sonu olmayan karmaşası idi. Sessizce tüy kalemini alarak kardeşinin sözünü bitirmesini bekledikten sonra Eugène: ‘‘Aristide, herkes hata yapabilir. Genceciksin, gelecek vadediyorsun.’’ dedi. Ağabeyinin ses tonu ve bakışları varlığının derinliklerine nüfuz ediyordu. Genç adam başını öne eğdiği sırada, Eugène hoyratça bir samimiyet ile ekledi: ‘‘Sana bir iş bulayım diye geldin, değil mi? Mutlaka düşüneceğim ancak şu an uygun bir iş ne yazık ki yok. Biliyorsun, bu konularda dikkatli olmamız gerek. Kendini ya da beni tehlikeye atmayacağın güvenli bir iş bulmalıyız. Hemen kızma, ikimiz de yalnızız. Birbirimize doğruları söyleyebilmeliyiz.’’ Aristide çaresizce gülümserken ağabeyi: ‘‘Ah, zeki olduğunu biliyorum. Artık kendini yok yere aptal durumuna düşürmene izin vermeyeceğim. Karşımıza iyi bir fırsat çıkar çıkmaz da sana haber edeceğim. O zamana dek yirmi franga ihtiyacın olursa gel ve benden iste.’’ diyerek sözlerine devam etti.
Kısa bir süre güneydeki ayaklanmada babalarının kendi yolunu nasıl bulduğundan bahsettiler. Eugène, bir yandan paltosunu giyiniyordu. Dışarı çıktıkları sırada ayrılmak üzerelerken ağabeyi, Aristide’i kolundan tutarak alçak bir sesle ekledi: ‘‘Bana bir iyilik yap ve kendi kendine iş aramaya kalkışma. Evinde otur ve sessizce benden haber bekle. Küçük kardeşimin bekleme odaları köşelerinde dolaştığını görmek istemem.’’
Aristide, şahsına münhasır ağabeyine saygı duyuyordu. Güvenini sarsmasını ya da yer yer patavatsızlığa kaçan dürüstlüğünü affetmese de ağabeyinin istediğini yaparak kendisini Saint-Jacques Sokağı’ndaki evine kapattı. Paris’e, kayınpederinin borç verdiği beş yüz frankla gelmişti. Yol masraflarının ardından, ayın geri kalanı için üç yüz frangı kalmıştı. Karısı Angèle, para harcamayı çok seviyordu. Bu sıkışıklıkta nedendir bilinmez, bayramlık elbisesini leylak rengi kurdeleler ile süsleme ihtiyacı duymuştu. Genç