eder, civardaki açlıktan ölen müterakki, medeni Tatarcıkları yıkar, kefenler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmıran’ı yedinci defa Hicaz’a gitmek üzere olan katmerli bir hacı, yanına hizmetçi gibi aldı.
Bu adam da, İstanbul’da Türk hacılarına otel olan selatin camileri avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmıran’ın o vakit ismi “Cihan-yan” idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülacezeye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi.
Orada bir kâtip, hâline acıdı. Darüşşafaka’ya naklettirdi. Orada bir muallim zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray’a geçirtti. Galatasaray’a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. “Kâmıran” yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lazım olan iki şeyi: Para, iltimas…
“Ben Kara Tanburin ailesindenim!” dedi. “Fakat Prens Müzekki dö Civan gibi cetlerimi birer birer sayamam.”
Efruz Bey sordu:
“İsimlerini bilmiyor musunuz?”
“Biliyorum.”
“O hâlde?”
“Fakat o kadar çok ki… Saymak mümkün değil!”
“Demek son derece eski?”
“Son derece! On bin sene evvel…”
Efruz Bey tekrar sordu:
“Bundan on bin sene evvel mi?”
“Hayır.”
“Hicretten mi?”
“Hayır.”
“Milattan mı?”
“Hayır.”
“Tufandan mı?”
“Hayır.”
Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens dö Civan hayretle:
“Ya neden?” dedi.
“Hilkatten!”
“Hilkatten mi?”
“Evet hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde ‘Kutlu Yeşim Dağı’ üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyla gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlahî bir sevki tabii ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeye başladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi bir bu ala geyik vardı. Gezmek için bu ala geyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilahî, nasutî her ihtiyacını bu geyikte teskin etmeye başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşam üstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı işte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan ala geyik ile birleşti. Evlatlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedanı çoğaldı. Hükûmet teşkil etti. Bu aileye ‘Kara Tanburin’ denir ki bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagûlar, Timurlar, Selçuklar, hasılı ne kadar Şark hükümdarı varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi. Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabii bilmezsiniz!”
“O hâlde siz de prenssiniz?”
Kara Tanburin Bey güldü:
“Eğer tenezzül edersem, düşününüz.”
…
Hepsi düşünüyordu. Kâmıran padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavi bir aileye mensuptu. Allah’ın torunlarından biriydi.
Nermin Bey sükûtu ihlal etti:
“Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?”
“Hayır, yoktur. Vakıa Rusya’da bir iki kişi ‘Biz de Kara Tanburin ailesindeniz!’ iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.”
“Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?”
“Hayır, kimsem yoktur.”
Efruz Bey dayanamadı:
“Fakat evlenseniz… Kazara hayatınızda bir şey olursa semavi, ilahî bir aile kaybolacak…”
Diğerleri de ilave ettiler:
“Bu kadar eski, semavi bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet Kâbe’si kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.”
“İhtimal bu semavi ailenin fenasıyla beraber kıyamet kopacak.”
…
…
Kâmuran hepsini temin etti:
“Merak etmeyiniz…” dedi. “Ben kırk yaşına gelince evleneceğim. Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.”
“O niçin?” diye sordular.
“Kıymetimin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmasını istemem. Daima o aileden bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak, ancak o vakit…”
…
İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı.
Efruz Bey:
“Size bir unvan bulmak mümkün değil!” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva, Emperör… Bunlar nihayet dünyevi şeylerdi.
Nermin Bey:
“Eğer kabul ederseniz size ‘Semavi Prens’ diyelim.” teklifinde bulundu.
“Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyla.”
“Elbet.”
“Elbette…”
Prens Eternel dö Kara Tanburin!
Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Eternel’in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyat ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülacezede, Darüşşafaka’da kendine, kendi kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayriihtiyari bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adam huzurunda sanırlardı. Hiçbir muayyen fikri yoktu. Bugün pan Türkist yarın poli Türkist… Döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de –hiçbir eseri olmadığı hâlde– sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının hepsiyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükûmetinin, hem Türkiye’nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasi düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus memurlarımız ona “Osmanlı tabiiyetini haiz Müslim” diye nüfus