Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.
Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.
Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.
Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.
20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.
Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…
Atilla Tokatlı, 1934 yılında, Denizli’de doğdu. Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde öğrenimine devam etti. 1956 yılında, Sorbonne Üniversitesinde felsefe eğitimi görmek için Paris’e gitti. IDHEC Sinema Okulundan mezun oldu ve 1960 yılında Türkiye’ye döndü.
Türkiye’de olduğu sırada yönetmen yardımcılığı ve yönetmenlik yaptı. Yönetmiş olduğu Denize İnen Sokak filmi, 1961 İzmir Film Festivali’nde en iyi film seçildi. 1965 yılında çevirmenliğe başladı ve birçok eseri Türkçeye tercüme etti. Elsa Triolet’in Beyaz At adlı romanını çevirdi ve bu çevirisiyle 1971 yılında Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazandı.
Başlıca çevirileri: Başkalarının Kellesi (M. Aymé’den, 1962), Afrika’da Millî Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri (B. Davidson’dan, 1965), 1917 Rus Devrimi (F. X. Coquin’den, 1966), Asya Tipi Üretim Tarzı ve Marksist Şemalara Göre Toplumların Evrimleri (M. Godelier’den, 1966), Hapishane Mektupları (A. Gramsci’den, 1966), Sosyalizm Açısından Cinsiyet ve Kadın (B. Muldworf’tan, 1966), Az Gelişmiş Ülkelerde Sosyalizm ve Köylüler (M. Harbi-R. Rodriguez’den, 1966), Türkiye Üzerine (Marx’tan, 1966), Düşman Topraklarımızda (1966), Seçme Yazılar (1966), Paris Düşerken (Ehrenburg’dan, 1967), Ve Çeliğe Su Verildi (Ostrovski’den, 1968), Paris Komünü (G. Bourgin-A. Adamov’dan, G. Üstün ile, 1968), Bir Kızıl Barbar (R. M. Hostie’den, 1969), Benden Selam Söyle Anadolu’ya (D. Sotiriyu’dan, 1970), Çimento (F. V. Gladkov’dan, 1970), Foma (Gorki’den, 1970), Beyaz At (Elsa Triolet’den, 1970), Yalnız Adam-Kanun (Roger Vailland’dan, 1971), Milyarder (M. S. Pierre’den, 1971), Çingenem (Z. Stancu’dan, 1971), Felsefe Defterleri (1976), Halkın Dostları’nın Aslı Nedir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Etmektedirler (V. İ. Lenin’den, 1979), Koca Tanrı’nın Yumruğu, Savaş ve Barış (Tolstoy’dan, 1982)
SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
En iyi yaşam şartları içinde ve başka bir şeyle meşgul olmaksızın üzerinde ara vermeden beş yıl çalıştığım basım aşamasında olan bu eser konusundaki düşüncelerimi bir ön söz olarak açıklamak ve okurlarımın zihninde doğabilecek yanlış anlamalar konusunda onları uyarmak isterim. Eserin basılma şartları içinde, bu konu üzerinde ısrar etmenin iyi olmadığını düşünmeme rağmen okurun, bu esere koymak istemediğimi ya da koyamadığımı burada aramaması ve bulmaması dileğimdir. Ne zaman ne de becerim, niyetlerimi tamı tamına gerçekleştirmeme elvermedi ve şimdi özel bir derginin gösterdiği konukseverlikten, ilgi duyacak okurlar için yazarın, eserine ilişkin görüşümü eksik ve kısa olsa da açıklamak için faydalanıyorum.
1. Savaş ve Barış nedir? Bu eser bir roman değildir, bir şiir de değildir, bir tarih kroniği hiç değildir. Savaş ve Barış; dile geldiği biçim içinde, yazarın dile getirmek istediği ve getirebildiği şeydir. Düzyazıdaki kabullenilmiş sanatsal yaratış biçimlerini görmezlikten gelir gibi duran bu iddia; bir amaç göz önünde tutularak ileri sürülseydi, gerçekleştirilmiş başka örneklere dayanmasaydı, kendini beğenme belirtisi olarak değerlendirilebilirdi. Oysa Puşkin’den bu yana Rus edebiyatı, Avrupa’dan alınan bu biçimlere aykırı düşen birçok örnek sunmamakla beraber, bunun tersi olan bir tek örnek de vermemektedir bize. Gogol’un Ölü Canlar’ından Dostoyevski’nin Ölüler Evi’ne kadar, Rus edebiyatının modern döneminde, bayağılıktan sıyrılmış düzyazı biçiminde bir eser yoktur ki tam anlamıyla roman, şiir ya da öykü biçiminde olsun.
2. Eserimin birinci bölümünün yayımlanması sırasında bazı okurlar, ele alınan dönemin ayırt edici özelliğinin bu eserde yeterince belirgin olmadığını söylediler bana. Bu eleştiriye vereceğim cevap şudur: Eserimde bulmadıkları bu, “dönemin ayırt edici özelliğinin” ne olduğunu biliyorum; bu özellik, toprak köleliğinin dehşet verici gerçekleridir, gün yüzüne çıkarılmayan kadınlardır, ölesiye dövülen yetişkin erkek çocuklarıdır, Saltitçika’dır1 vb.
Ama hayal gücümüzde ortaya çıkan bu özelliklerin gerçeğe uygun olduğuna inanmıyorum, bunları dile getirmem gerektiğini de düşünmedim. Mektupları, anıları, söylentileri inceleyince bu korkunç gerçeklerin; şimdi, herhangi bir dönemde rastlayabileceğim korkunç gerçeklerden daha dehşet verici olmadığını gördüm. Bugün olduğu gibi o dönemde de insanlar birbirini seviyor, kıskanıyor; doğruyu, erdemi arıyor, tutkulara kapılıyorlardı; düşünce ve ruh dünyaları, bugünkü kadar karmaşık ve hatta yüksek çevrelerde, kimi zaman bugünkünden daha incelmiş durumdaydı.
Bu döneme, kendi düşüncemizde, kaba bir şiddet ve keyfîlik yüklememizin nedeni; söylentilerin, romanların, öykülerin ve anıların, bize şiddet ve kaba kuvvetin tipik örneklerini iletmiş olmalarından ileri gelmektedir yalnızca. Bu dönemin ayırt edici ve baskın özelliğinin kaba kuvvet olduğu sonucuna varmak, bir tepenin arkasına gönderilmiş olan ve yalnızca ağaçların tepelerini gören bir adamın, bütün o bölgede ağaçtan başka şey olmadığını düşünmesi kadar yanlıştır. Bu dönem, bütün öteki dönemler gibi kendine özgü bir karaktere sahiptir ve bu karakter; aristokrasinin öteki sınıflara karşı çok yabancı davranmasından, döneme hâkim olan felsefeden, özel eğitim biçiminden, Fransızca konuşma alışkanlığından vb. kaynaklanmaktadır.
Benim, elimden geldiğince dile getirmeye çalıştığım, işte bu ayırt edici özelliktir; bu karakterdir.
3. Bir Rus eserinde, Fransızca kullanma konusunda da açıklama yapmak gerekir. Niçin eserimde yalnızca Ruslar değil, Fransızlar da kimi zaman Rusça kimi zaman Fransızca konuşmaktadır? Rusça bir kitabın kişilerini, Fransızca konuşturma ve yazdırma konusunda bana yöneltilen eleştiri; bir tabloya bakan ve orada gerçekte var olmayan kara lekeler -gölgeler- gören bir adamın eleştirisine benziyor. Tablosundaki kişilerden birinin gölgesi, bazı kimselere, orijinalde bulunmayan bir kara leke olarak görünüyorsa bu, ressamın kabahati değildir; ressam ancak bu gölgelerin yanlış yerde olmasından ya da sanatkârca yapılmamış olmasından ötürü kabahatli bulunabilir. Bu yüzyılın başlangıç dönemini ele aldığım ve belli bir toplumun Rus kişiliklerini, Napolyon’u ve çağın yaşamına doğrudan katılan Fransızları canlandırdığım için dilime ve düşünceme, Fransızvari bir hava katmak zorunda kaldım. Tablomun üzerindeki gölgeleri belki de gereken yere koymadığımı ve bu işi acemice yaptığımı kabul etmekle birlikte; Napolyon’u kimi zaman Rusça kimi zaman Fransızca konuşturmamı gülünç bulanların, bunu böyle düşünmelerinin, portreye bakan adam gibi karşılarındaki yüzü ışık ve gölge oyunları içinde bir bütün olarak görmemelerinden ve yalnızca burnun altındaki kara lekeyi görmelerinden ileri geldiğini kabul etmelerini dilerim.
4. Bolkonski, Drubetskoy, Bilibin, Kuragin gibi kahramanlarımın adları; Rusya’da çok iyi bilinen adları hatırlatmaktadır. Tarihî kişilerin yanına