Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

ya da yaşamış olan kimseleri canlandırmaktan başka bir şey olmayan edebiyat türü; benim işlediğim edebiyat türüyle uzaktan yakından ilişkili olmadığı için üzüntü duyarım bundan.

      Yalnızca Mariya Dimitriyevna Akhrossimova ve Denisof, o çağın toplumunun iki gerçek kişisinin adlarına yaklaşan adları istemeden ve düşünmeden verdiğim iki roman kahramanıdır. Bu, benim bir hatamdır. Ama bu hata, belirgin karakter özellikleri ile birbirinden ayrılan bu iki kişiyi romanıma koymuş olmamla sınırlanmıştır ve hiç şüphesiz okur, onların rolünün gerçekle hiçbir ilişkisi olmadığını kabul edecektir. Öteki kişilere gelince; bunlar tamamıyla benim icadımdır ve söylentilerde ya da gerçekte, bunların prototiplerini bile görmemişimdir.

      5. Şimdi de benim dile getirdiğim tarihî olaylar ile tarihçilerin yazdıkları arasındaki uyuşmazlık konusunda da birkaç söz söyleyeyim: Bu uyuşmazlık tesadüfi değil, kaçınılmaz bir uyuşmazlıktır. Tarihçi ve sanatçı, bir çağın tablosunu çizerken birbirinden tamamıyla farklı amaçlara yönelirler. Tarihçi; bir tarihî kişiyi, bütünselliği, hayatın her yanıyla olan ilişkilerinin tüm karmaşıklığı içinde canlandırmak isterse yanlış davranmış olur. Nitekim sanatçı da kişisini, her zaman tarihî davranışı içinde canlandırırsa işini gerektiği gibi yapmamış olur. Kutuzof, her zaman beyaz atının üstünde değildir; elinde her zaman tek gözlü, uzun bir dürbün yoktur ve her zaman düşmanı göstermemektedir. Rostopçin’in elinde de her zaman bir meşale yoktur; Voronof’taki evini3 yakmak üzere değildir (Bunu hiçbir zaman yapmamıştır zaten.) ve İmparatoriçe Mariya Feodorovna, sırtında ermin kürküyle her zaman ayakta, eli de yasa kitabının üzerinde değildir; oysa halk, bunları, hayal gücünde böyle canlandırmaktadır.

      Tarihî bir kişinin rolünü tek bir amacın gerçekleştirilmesinde gören tarihçi için kahramanlar vardır. Bir kişinin, hayatın bütün durumları içindeki tepkilerini ele almak isteyen sanatçı için ise kahraman diye bir şey olamaz ve olmamalıdır; sanatçı için insanlar söz konusu olmalıdır.

      Tarihçi kimi zaman gerçeği çarpıtarak tarihî bir kişinin bütün eylemlerini; bu kişiye yüklediği tek bir imgeye bağlamak, geriye götürmek zorundadır. Buna karşılık sanatçı, bu imgenin bir tek olmasının yapmayı tasarladığı işle uzlaşmaz olduğunu görür ve yalnızca tarihin ünlü bir aktörünü değil, bir insanı kavramaya ve canlandırmaya çalışır.

      Olayların canlandırılması söz konusu olduğunda sanatçı ile tarihçi arasındaki fark, daha da keskin ve köklüdür.

      Tarihçi, bir olayın sonuçlarıyla uğraşır; sanatçı ise olayın kendisiyle. Tarihçi, bir savaşı canlandırırken şöyle der: Filan ordunun sol kanadı filan köyün karşısında yer aldı, düşmanı yenilgiye uğrattı ama çekilmek zorunda kaldı; o zaman saldırıya geçen süvari, düşmanı dağıttı vs. Tarihçi başka türlü konuşamaz. Ama bütün bu sözler, sanatçı için hiçbir anlam taşımaz ve hatta ona, olayın kendisiyle ilişkili gibi bile görünmez. Çünkü sanatçı, olup bitmiş olay konusunda zihninde oluşturduğu imgeyi, kendi tecrübelerinden olduğu kadar başvurduğu mektuplardan, anılardan, öykülerden de çıkarır ve çoğunlukla tarihçinin bir savaş söz konusu olduğu zaman şu ya da bu orduların etkinliklerinden çıkardığı sonuç, sanatçınınki ile karşıtlık içinde bulunur. Bu sonuçların farklılığı, tarihçinin ve sanatçının yararlandıkları kaynakların farklılıklarıyla açıklanır. Örneğin, bir savaş söz konusu olunca tarihçi, ana kaynaklar olarak çeşitli komutanların ve generallerin raporlarına başvurur. Sanatçı ise bu tür kaynaklardan hiçbir şey çıkaramaz; bu kaynaklar, hiçbir şey söylemez ona. Üstelik sanatçı, kaçınılmaz yalanlardan başka şey bulmadığı için bunlardan yüz çevirir. Gerçekten de her savaşta, iki düşman; harekâtı, hemen her zaman, birbirine tamamen karşıt bir şekilde anlatır. Her savaş tasvirinde, zorunlu olarak bir yalan vardır: Bu yalan, birkaç kilometrelik alana yayılmış olan ve korkunun, utancın, ölümün etkisi altında delicesine heyecanlanmış bulunan birkaç bin insanın yaptıklarını, birkaç sözcükle dile getirmek zorunluluğundan ileri gelir.

      Savaş tasvirlerinde, hemen her zaman, filan birliğin filan mevziye karşı saldırıya geçirildiği ve sonra çekilme emri aldığı vs. sanki manevra alanında binlerce kişiyi tek bir kişinin iradesine baş eğdirten disiplin, ölüm kalımın söz konusu olduğu bir başka alanda aynı etkiyi gösterirmiş gibi anlatılır bize. Savaşa katılmış olan herkes, bunun ne kadar uydurma olduğunu bilir; ne var ki resmî raporlar böyle bir etkin varlığın düşüncesine dayanılarak yazılır ve tasvirlere de bu raporlar kaynaklık eder.4

      Bir savaştan hemen sonra, hatta ertesi gün ya da daha sonraki gün, hiçbir rapor yazılmadan önce bütün birlikleri gezin ve herhangi bir askere, astsubaya, subaya, olayın nasıl olup bittiğini sorun. Neler duyduklarını ve gördüklerini size anlattıkları zaman; çok büyük, karmaşık, sonsuz sayıda farklı biçimleri olan bir şey karşısında bulunduğunuza ilişkin, ağır ve karmakarışık bir izlenim edineceksiniz. Ama olayın bütün olarak nasıl olup bittiğini, hiç kimseden ve özellikle Başkomutandan öğrenemeyeceksiniz. Ancak üç dört gün sonra raporlar gelmeye; gevezeler görmedikleri şeyleri anlatmaya başlar, sonunda genel rapor düzenlenir ve ordudaki yaygın görüş de bu rapor uyarınca oluşur. Bu yalan dolu ama apaçık ve pohpohlayıcı tabloyu benimseyip şüphelerini ve tasalarını bir yana atmak da herkesin içini rahatlatır. Bir ya da iki ay sonra, savaşa katılmış olanlardan birine sorular sorun. O zaman anlattıklarında, daha önceki dobra ve canlı havayı bulamayacaksınız çünkü anlattıkları, rapora göre oluşturulmuştur ve sorular sorduğunuz kimse, yazılı metin uyarınca konuşmaya başlamıştır bile. Borodino Savaşı’na katılmış birçok zeki insanın bana bu savaş konusunda anlattıkları, bu tür öykülerdi.

      Hepsi de bana aynı şeyi -Mihailovski-Danilevski, Glinka ve başkalarının yanlış tasvirlerine dayanarak- anlatıyordu ve harekât içinde birbirlerinden birkaç verst uzakta bulunmuş olmalarına rağmen açıkladıkları ayrıntılar bile birbirinin aynısıydı.

      Sivastopol’un alınmasından sonra Topçu Komutanı Kriyanovski, bütün tabyaların topçu subaylarının raporlarını bana gönderiyor ve bu yirmi kadar raporu özetlememi rica ediyordu. Raporların kopyasını çıkarmadığıma üzülüyorum. Bunlar, her tasvire kaynaklık eden o çocuksu ve kaçınılmaz yalanın en güzel örnekleriydi. Bu raporları yazan arkadaşlarımdan çoğunun, bu satırları okuyunca bilmeleri imkânsız gerçekler üzerine emirle yazdıkları şeyleri hatırlayıp içtenlikle güleceklerinden eminim. Zaten savaşa katılmış herkes, bir Rus’un çarpışmada üzerine düşeni ne kadar iyi yapabildiğini ve bunun tersine, davranışlarını zorunlu övünme ve yalanla anlatmayı beceremediğini bilir. Ayrıca ordularımızda, açıklama ve raporları düzenleme görevinin özellikle yabancılar tarafından üstlenilmiş olduğunu da herkes bilmektedir.

      Bütün bunları; askerlik tarihi yazarlarına malzeme olan askerî tasvirlerde, yalanın kaçınılmaz bir şey olduğunu ve bundan dolayı, tarihî olayların kavranılışında sanatçı ile tarihçi arasındaki uyuşmazlığın da çoğunlukla kaçınılmaz olduğunu göstermek için söylüyorum. Ama tarihî olayların açıklanmasında zorla söylenmesi gereken bu yalanın yanı sıra, o çağın tarihini yazmış olan ve benim de incelediğim tarihçilerde, hiç şüphesiz; olguları sınıflama, özetleme ve olayların trajik karakterine uyarlama alışkanlığından doğan ve yalan ile hakikatin değişikliğe uğratılmasının yalnız olguların kendisini değil, taşıdıkları anlamı da kapsadığı bir özel ve tumturaklı anlatı biçimine rastladım. Bu çağın belli başlı iki tarihçisi olan Thiers ve Mihailovski-Danilevski’yi incelerken çoğunlukla, bu tür kitapların nasıl basıldığını ve nasıl okur bulduklarını şaşkınlık