Bir içki daha içtiği sırada, gözlerinden akan yaşlara hâkim olamadı. “Mahkûmlarım benim çocuklarımdır. Onlar için kalbim kanıyor. Onları seyrederken! Ağlıyorum. Haydi, onlarla paylaşalım. Onların da bir anlık mutluluk yaşamalarına izin verelim. Ignacio, benim en sevdiğim kardeşim. Bana bir iyilik yap. Bak, ellerine ağlıyorum. Gringo Morgan’a bu iksirden bir şişe götür. Ona ne kadar üzgün olursam olayım, yarın asılmak zorunda olduğunu söyle. Onu sevdiğimi söyle, bir içki ikram et ve bugün mutlu olmasını sağla.”
Ve Ignacio bu görevi yerine getirmek için oradan ayrılırken, bir zamanlar Santos’daki boğa güreşi arenasına atlayan jandarma yeniden kükredi:
“Bir boğa istiyorum! Bir boğa istiyorum!”
“Bütün kalbiyle, kollarını onun boynuna dolayıp onu sevmek istiyor.” diye ağlayarak açıklamada bulundu Pedro Zurita. “Ben de boğaları severim. Ben her şeyi severim. Sivrisinekleri bile seviyorum. Dünya sevmeye değer. Bu dünyanın sırrıdır. Oynamak için bir aslanım olsun isterdim…”
Sokakta bir anda söylenmeye başlayan Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu şarkısının nağmeleri açık havada Henry’nin dikkatini çekmişti ve tam hücresinin penceresinden dışarı bakmak istediği sırada, kapısının büyük anahtarının çevrildiğini duyarak uyuyormuş gibi yaptı. Ignacio elinde bir şişeyle, tamamen sarhoş hâlde sendeleyerek içeri girdi ve elindeki şişeyi ciddiyetle Henry’ye sundu.
“İyi yürekli gardiyanımız Pedro Zurita’nın yüce cömertliğiyle.” diye mırıldandı. “İçkiyi içmeni ve bir anlığına yarın asılacağını unutmanı söyledi.”
“Senyör Pedro Zurita’ya en yüce iltifatlarımı sunduğumu ve viskisiyle birlikte cehenneme gitmesini söyle.” diye yanıtladı Henry.
Gardiyan bir anda doğruldu ve sanki aniden sarhoşluğu geçmiş gibi sallanmayı bırakmıştı.
“Pekâlâ, bayım.” dedi, sonra hücreden ayrılarak, kapıyı kilitledi. Henry hemen bulunduğu yerden kalkarak, Francis’le yüz yüze geleceği şekilde pencereye doğru yöneldi ve tam Francis parmaklıkların arasından ona bir tabanca fırlatmak üzereyken pencerenin altında durdu.
“Selam, dostum.” dedi Francis. “Seni buradan hemen çıkaracağız. Emniyet pimi ve kapakları tamamlanmış iki dinamit çubuğunu havaya doğru kaldırdı. “Seni dışarı çıkarmak için bu güzel parçaları getirdim. Hücrenin en ücra köşesine düzgünce gizlen çünkü birazdan bu duvarda Angelique’in bile geçebileceği kadar büyük bir delik açacağım. Ayrıca Angelique de bizi sahilde bekliyor. Şimdi hemen geri çekil. Onu ateşleyeceğim. Fitili çok kısa.”
Hücresinin kapısı beceriksizce açılıp Latin Amerika’nın kadim ve değişmez savaş çığlıkları arasında küstah bir biçimde “Gringo’yu öldürün!” diye bağıran gardiyanın sesini duyduğunda, Henry hücrenin arka köşesine henüz geri dönmüştü.
İçeri girer girmez gevezelik eden Rafael ve Pedro’nun seslerini de duyabildi: “O kardeş sevgisinin bile düşmanı.” diyordu biri. Diğeri de: “Cehenneme gitmeni söyledi, tam olarak söylediği bu değil miydi, Ignacio?” diye konuşmaya devam etti. Ellerinde tüfekleriyle içeri girmişlerdi. Sırtlarına baltalarını, bellerine kılıçlarını ve tabancalarını, yanlarına bilumum silahlarını almış, diğer sarhoş gardiyan güruhunu da arkalarından çağırıyorlardı. Henry’nin elinde tuttuğu tabancayı görünce bir an için donup kaldılar ve Pedro elinde tuttuğu tüfekle dengesini sağlamaya çalışırken, ciddiyetini takınarak mırıldanmaya başladı:
“Senyör Morgan, cehennemde hak ettiğiniz yeri almak üzeresiniz.” Ancak Ignacio beklemedi. Çılgınca, hiç tereddüt etmeden silahını belinden çıkararak ateş etti ve Henry’nin hücrenin içerisinde geriye doğru gitmesine, sonrada kurşunun etkisiyle yere yığılmasına neden oldu. Geri kalanların hepsi bir anda, hapishane koridoruna doğru çekilmişlerdi, oradan kendilerini hiç ortaya çıkarmadan silahlarını hücrenin içine doğrultarak mermileri boşaltmaya başlamışlardı.
Duvarların kalın olmasından dolayı içeri giremeyen kurşunlar için Tanrı’ya şükreden Henry, hiçbir kurşunun kendisine doğru sekmemesini umarak koruyucu bir açıyla hücrenin köşesine sinmiş ve patlamayı beklemeye koyulmuştu. Ve patlama gerçekleşti. Pencere ve altındaki duvar ansızın tek parça delik hâline geldi. Taşlardan uçan bir parça kafasına çarptı ve Henry başına aldığı darbenin etkisiyle sersemleyerek yere yuvarlandı. İçeri dolan toz ve duman yavaş yavaş kalkmaya başladığı sırada, bulanık bir şekilde delikten uzanan Francis’in yüzünü gördü. Delikten dışarı doğru sürüklendiği sırada, Henry yeniden kendine gelmişti. Solano ailesinin en genç oğulları olan Enrico ve Ricardo’nun ellerinde tüfekleriyle, sokağa toplanan kalabalığı delikten uzak tutmaya çalıştıklarını; aynı şekilde ikizlerin, Alvarado ve Martinez’in de caddenin diğer tarafından yaklaşan benzer şekildeki kalabalığın yollarını kestiklerini görebiliyordu.
Ancak halk sadece meraktan oraya toplanıyordu, hayatlarını kaybetmeyi göze alan ve güpegündüz açıkça bir hapishanenin duvarını patlatarak içerideki mahkûmu ustaca kaçırmayı başaran bu gözü kara adamların önüne çıkmaya ya da onlara müdahale etmeye hiç niyetleri yoktu. Mahkûmu kaçıran grup, toplu hâlde caddede yürümeye başladığında ise, hepsi saygıyla geri çekilmişlerdi.
“Atlar bir sonraki sokakta bekliyor.” dedi Francis, Henry ile tokalaştığı sırada. “Ve Leoncia da onlarla birlikte bekliyor. Dörtnala ilerleyecek olursak, on beş dakika içerisinde, bizi sahilde bekleyen sandala ulaşmış oluruz.”
“O söylediğin, benim sana öğrettiğim şarkıydı.” diye sırıttı Henry. “Islık çaldığını duyduğumda her şeyin yoluna gireceğini anlamıştım. Köpekler o kadar aceleciydi ki beni asmak için yarına kadar beklemeye hiç niyetleri yoktu. Viskiden körkütük sarhoş hâldeydiler ve hemen işimi bitirmeye karar vermişlerdi. Şu viski olayı gerçekten komikti. Seyyar satıcı olmaya mahkûm olmuş yaşlı bir beyefendinin arabası hapishanenin hemen önünde mahvolmuştu…”
“Zira asil bir savaşçı olan General Narvaez’in oğlu, Baltazar de Jesus Cervallos e Narvaez’in torunu, soylu Narvaez bile bir seyyar satıcı olabilir ama bir seyyar satıcının bile yaşamaya hakkı vardır, ha beyler, öyle değil mi?” diye taklit etti Francis.
Henry şaşkınlık içerisinde, durumun farkına vararak neşeyle ekledi:
“Francis, bir şeyden dolayı çok mutluyum, çok sevindim…”
“Neymiş o?” diye sordu Francis duraksayarak, köşeyi dönüp atların bulunduğu yere geldikleri sırada.
“O gün, Calf Adası’nda senin ısrarlarına rağmen kulaklarını kesmemiş olmaktan dolayı çok mutluyum.”
ALTINCI BÖLÜM
San Antonio Valisi Mariano Vercara e Hijos mahkeme salonundaki sandalyesine yaslanmış, dingin, tatminkâr bir gülümsemesiyle sigara içiyordu. Dava önceden düzenlendiği gibi devam etmişti. Ufak tefek, yaşlı yargıcı tüm gün boyunca makamından uzak tutmuş, bunun karşılığında yargıcın davayı kontrol etmesi ve gerektiği gibi yargılamasıyla ödüllendirilmişti. Kesinlikle bir kayma olmamıştı. Ağır para cezasına çarptırılan altı amelenin, Santos’taki plantasyona geri gönderilmesi emredilmişti. Ve Vali bu işin sonucunda iki yüz dolarlık Amerikan altınıyla daha da zenginleşmişti. “Santos’daki bu Gringo-lar.” diye gülmüştü kendi kendine, bağlanılması gereken adamlardı. Onların çiftliklerindeki plantasyonlarıyla ülkeyi geliştirdikleri doğruydu. Ama bundan daha da iyisi, kelimelerle ifade edilemeyecek miktarda paraya sahiplerdi ve onlar adına yapabileceği en ufak bir hizmet karşılığında iyi para ödüyorlardı.
Alvarez