kapıp tıpkı vahşi ve aç bir hayvan gibi bir çırpıda yiyip bitirdi ama teşekkür bile etmedi. Sadece, korkmuş gözlerle bakan çocuklara “Daha! Daha!” diyerek homurdandı.
Sylvie gözlerindeki yaşları silip “Daha yok ki! Ben kendiminkini yedim. Sizi o şekilde kovmaları ne kadar utanç verici bir davranıştı. Çok özür dilerim…” dedi.
Sylvie’nin söylediği kelimeleri, yakın zamanda Leydi Muriel Orme’nin de – Sylvie’nin sesiyle ve onun yalvaran gözleriyle – söylediği bir anda aklıma gelince cümlenin geri kalanını anlayamadım.
Yaşlı adam, pejmürde kıyafetine ve görüntüsüne rağmen, ağırbaşlı ve asil bir edayla, yolun kenarındaki bir çalının üzerinde ellerini sallarken çalı toprağın içine gömüldü. Duyduğum diğer kelimeler de “Beni takip et!” oldu. Başka bir zaman olsa gözlerime inanamaz, şaşırıp kalırdım. Fakat bu tuhaf durumda, bütün benliğimi acaba şimdi ne olacak diye saran bir merakla beklemeye koyuldum.
Çalı gözden kaybolunca karşımızda, karanlığa doğru inen, mermer merdivenler belirdi. Yaşlı adam bize yolu gösterince biz de heyecanla onu takip ettik.
Merdiven boşluğu öyle karanlıktı ki ilk başta sadece çocukların el ele yürüdüklerini görebildim. Takip ettikleri kişinin arkasından yürüyorlar, el yordamıyla yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Ama gitgide yol aydınlanıyordu neyse ki. İlginçtir ki hiç lamba olmadığı hâlde, hava aydınlıktı. En alt kata geldiğimizde bir anda kendimizi içinde bulduğumuz oda, günlük güneşlikti.
Sekiz köşeli odanın her köşesinde incecik, yuvarlak sütunlar uzanıyordu. Sütunların aralarındaki duvar, yaklaşık bir metre uzunluğunda, üzerinden neredeyse yaprakları gizleyecek kadar çok olgun meyveler ile şahane çiçekler sarkan sarmaşıklarla kaplanmıştı. “Acaba başka bir yerde daha çiçeklerin ve meyvelerin bu şekilde iç içe yetiştiklerini görebilir miyim?” diye düşündüm. Beni asıl şaşırtan şey ise bu meyvelerle çiçeklerin hiç görmediğim bir türde olmasıydı. Yukarı doğru bakınca her duvarda, daire şeklinde, renkli pencereler gözüme çarptı. Pencerelerin üstünde de kıymetli mücevherlerle süslenmiş, kemerli bir tavan bulunuyordu.
Sağa sola bakınıp acaba buraya nasıl geldik diye düşünmeye başladım. Çünkü ne bir kapı vardı ne de kapıya benzer bir şey vardı. Ayrıca bütün duvarlar da güzel sarmaşıklarla kaplıydı.
Yaşlı adam, Sylvie’nin omzuna dokunup yanağına bir öpücük kondurdu ve “Burada güvendeyiz canlarım!” dedi. Sylvie endişeyle bir anda kendini geri çekti. Fakat sonra, “Babacığım!” diyerek çığlık attı ve kendini yaşlı adamın kollarına bıraktı.
Bruno da “Baba! Baba!” diye tekrar etti. Babası, mutlu olan çocuklarını kucaklayıp öperken ben de gözlerimi ovuşturarak “Bütün opejmürde kıyafetler de nereye gitti?” diye sordum kendi kendime. Çünkü yaşlı, fakir adam gitmiş, yerine muhteşem mücevherlerle parıldayan kıyafetler giymiş, başına da altın taç takmış bir adam gelmişti.
6.BÖLÜM
Sihirli Madalyon
Sylvie kollarını babasının boynuna dolamış, al yanağını sevgiyle onunkine dayamıştı. “Babacığım neredeyiz biz?” diye sordu.
“Elfdiyarı’ndayız tatlım. Peridiyarı’nın bir vilayeti.”
“İyi de ben Elfdiyarı’nın Dışdiyar’dan çok daha uzaklarda olduğunu düşünürdüm, oysa biz çok kısa zamanda geldik buraya.”
“Çünkü siz Kral Yolu’ndan geldiniz de ondan. Sadece damarlarında asil kan dolaşanlar bu yolu kullanabilirler. Siz de yaklaşık bir ay önce Elfdiyarı Kralı olduğumdan beri kraliyet ailesindensiniz. Kralları olmam için bana iletilmesi gereken davetlerinin bana ulaştığından emin olmak istedikleri için iki elçi gönderdiler. Bunlardan birisi Prens olduğu için, ben hariç kimseye görünmeden Kral Yolu’ndan geldi. Diğeri ise bir Baron’du ve normal yolu kullanmak zorunda kaldı. Bu yüzden de henüz gelemedi.”
Sylvie “Ne kadar yol geldik?” diye sordu.
“Bahçıvan kapıyı sizin için açtığından beri sadece bin mil kadar tatlım.”
Bruno şaşkınlıkla “Bin mil mi? Bir tane yiyebilir miyim?” diye sordu.
“Bir mil mi yiyeceksin, haylaz şey?”
“Hayır, meyvelerden bir tane yiyebilir miyim diye sordum.”
“Elbette yiyebilirsin. Böylece hazzın nasıl bir şey olduğunu anlayacaksın; çılgınca aradığımız ve kederle tadını çıkardığımız hazzın…”
Bruno heyecanla koşup muz şeklinde ama çilek renginde olan bir meyveyi kopardı.
Işıyan gözlerle meyveyi yemeye başladı fakat sonra gitgide mahzunlaştı. Bitirdiğinde ise boş gözlerle bakınıyordu.
“Hiç tadı yok!” diye yakındı. “Ağzımda hiçbir tat hissetmedim! Bu bir… Sylvie neydi şu zor kelime?”
“Phlizz!” diye ciddiyetle cevap verdi Sylvie. “Hepsi aynı mı babacığım?”
“Size göre hepsi böyle hayatım, çünkü siz henüz Elfdiyarı’na ait değilsiniz. Oysa benim için hepsi gerçek.”
Bruno kafası iyice karışmış gibi baktı. “Ben baffka meyfeleri deneyeceğim.” deyip Kral’ın kucağından yere atladı. “Şurada tıpkı gökkuşağı renginde çizgili şeyler var.” diyerek koştu.
Bu arada, Sylvie ve Peri-Kral aralarında sessiz sessiz konuşmaya devam ettiler. Çok sessiz konuştukları için ne dediklerini pek anlayamadım, bu yüzden ben de bir tat alma umuduyla tek tek meyveleri tadan Bruno’yu takip ettim. Bu arada ben de bir tane meyve koparıp denedim ama bu, hava yutmak gibi bir şeydi; kısa sürede denemekten bıkıp Sylvie’nin yanına döndüm.
“Buna bir bak tatlım ve beğenip beğenmediğini söyle bana.”
Sylvie sevinçle “Çok güzel! Bruno gel de şuna bak!” deyip Bruno nasıl parladığını görebilsin diye kalp şeklindeki madalyonu havaya kaldırdı. Altın bir zincire takılıydı; görünüşe göre masmavi değerli bir taştan yapılmıştı madalyon.
Bruno “Çok güzel!” deyip üzerinde yazılı olan kelimeleri heceleye heceleye okumaya başladı. “Herkes-Sylvie’yi-sevecek.” diye okudu. “Ve gerçekten öyle!” diyerek Sylvie’nin boynuna sarıldı. “Herkes Sylvie’yi seviyor zaten!” diye bağırdı.
Bunun üzerine Kral, madalyonu alıp “Ama en çok biz seviyoruz, öyle değil mi Bruno?” diye sordu. “Evet Sylvie, şimdi buna bak.” deyip avcunun içindeki altın zincire takılı, mavi olanla aynı şekildeki fakat kıpkırmızı madalyonu gösterdi.
Sylvie, sevinçle ellerini çırpıp “Birbirinden güzeller!” diye bağırdı. “Bak Bruno!”
Bruno “Bak bunda da yazı var. Sylvie-herkesi-sevecek.” dedi.
İhtiyar adam “Farkı görebiliyor musunuz? Farklı renkler ve farklı yazılar. Birini seç canım. En çok hangisini beğendiysen onu sana vereceğim.” dedi.
Sylvie kelimeleri düşünceli düşünceli birkaç defa sessizce tekrar etti ve en sonunda kararını verdi: “Sevilmek çok güzel ama diğer insanları sevmek daha güzel. Kırmızıyı alabilir miyim babacığım?”
İhtiyar adam hiçbir şey demedi ama eğilip, çok sevdiği kızını alnından öperken, gözlerinin yaşlarla dolduğunu gördüm. Sonra zinciri açıp boynuna nasıl takacağını ve elbisesinin altına nasıl gizleyeceğini gösterdi. “O senin taşıman için biliyorsun, başkalarının görmesi