ğrük atın koşulu olduğu bir araba, Castiglione Sokağı’ndan gelerek Rivoli Sokağı’na girdi; Feuillants Manastırı’nın seddi ortasında yeni yapılmış olan bir kapının önündeki birçok zarif arabanın ardında durdu. Bu hafif arabayı kaygılı, hastalıklı görünen bir adam sürmekteydi. Kır düşmüş saçları sapsarı başını zar zor örtüyor, vaktinden önce yaşlanmış gösteriyordu onu. Arabasını izleyen atlı uşağa dizginleri fırlattı, aşağıya inerek genç bir kızı kucakladı. Kızın göz alıcı güzelliği, seddin üzerinde işsiz güçsüz dolaşanların dikkatini çekti. Genç kız arabanın kıyısında ayağa kalkınca yaşlı adamın kendisini belinden kavramasına hoş bir tavırla razı oldu, kollarını onun boynuna doladı. Adam da kızın giydiği yeşil robun süslerini bozmadan onu kaldırıma indirdi. Bir sevgili bundan daha çok özen gösteremezdi. Kim olduğu bilinmeyen bu adam, kızın babası olsa gerekti. Kız ona teşekkür etmedi, teklifsiz bir davranışla kolundan tutarak hızla bahçeye doğru çekti. Birkaç delikanlının hayranlık dolu bakışları yaşlı babanın gözüne çarptı. Yüzünü kaplamış olan keder bir an için silindi. İnsanların boş bir gururun verdiği aldatıcı zevkle yetindikleri yaşa çoktan gelmişti ama yine de gülümsemeye başladı, genç kızın kulağına, “Karım sanıyorlar seni.” dedi ve dimdik doğrularak kızı çileden çıkaran bir yavaşlıkla yürümeye başladı.
Kızının hesabına hoşa gitmek ister gibi bir hâli vardı. Gelip geçenler kızın kahverengi iskarpinler içindeki küçük ayaklarına; içi bluzlu bir robun çok hoş belirttiği boyuna bosuna; işlemeli bir yakanın büsbütün örtemediği körpe boynuna ilgi ile bakıyorlardı. Adam da bundan belki kızından daha çok hoşlanıyordu. Yürüyüşün salıntısı genç kızın robunu ara sıra kaldırıyor ve iskarpinlerin üzerinde, “ajur” ipek çorapların zarif bir şekilde sardığı tombul bir bacağın görünmesine yol açıyordu. Onun için, gezinmekte olan birkaç kişi bu körpe yüzü hayranlıkla seyretmek veya bir daha görmek için baba kızın ilerisine geçti. Bu yüzün çevresinde siyaha çalan birkaç tane saç lülesi oynaşıyordu. Yüzün pembe beyazlığı, zarif bir şapkanın pembe saten astarının ışıltılarıyla olduğu kadar, bu güzel kızın her hâlinde göze çarpan arzu ve sabırsızlığın etkisiyle daha çok beliriyordu. Üzerinde keman gibi kaşların, kıyılarında uzun kirpiklerin bulunduğu; duru bir hava içinde yüzen badem biçimi, güzel kara gözleri, hoş bir muziplikle ışıldamaktaydı. Bu yaramaz yüzde ve -elbiselerin beli o sıralarda göğsün hemen altından başlamasına rağmen- yine de sevimli olan bu gövdede canlılıkla gençlik, bütün hazinelerini ortaya sermişlerdi. Genç kız hayranlık gösterilerine aldırmadan, bir çeşit kaygı ile Tuileries Sarayı’na bakıyordu. Aceleyle çıktığı bu gezinin amacı, oraya varmaktı herhâlde. Saat on ikiye çeyrek vardı. Gerçi henüz sabah sayılırdı ama -hepsi de tuvaletli görünmek arzusuna kapılmış olan- birçok kadın saraydan dönüyorlardı. Görmek istedikleri bir manzarayı seyretmeye çok geç kalmış olmaktan üzülürmüş gibi başlarını da asık bir yüzle çevirmekten geri kalmıyorlardı. Hayal kırıklığına uğramış bu güzel kadınların öfkeyle söyledikleri, kim olduğunu bilemediğimiz güzel kızın da kulak misafiri olduğu birkaç söz, pek kaygılandırmıştı onu. Yaşlı adam yanındaki kızın sevimli yüzünde beliren sabırsızlık ve korku izlerini meraklı olmaktan çok alaylı bir gözle izliyordu. Onu çok büyük dikkatle gözlemekte olduğuna göre de baba olarak zihnini bir düşünce kurcalasa gerekti.
O pazar, 1813 yılının on üçüncüsüydü. İki gün sonra Napolyon; sevgili mareşalleri Bessieres ile Duroc’u art arda kaybedeceği; unutulmaz Lutzen ve Bautzen savaşlarını kazanacağı; Avusturya’nın, Saksonya’nın, Bavyera’nın, kendi mareşali Bernadotte’nun kalleşliğine uğrayacağı; korkunç Leipzig Savaşı’nı vereceği o uğursuz sefere çıkacaktı. İmparatorun yapılmasını emrettiği parlak geçit töreni, bunca zamandır Parislilerle yabancıların hayranlığını uyandıran geçitlerin sonuncusu olacak; emektar hassa kıtası, ustalıklı hareketlerini son defa yapacaktı. Bu hareketlerin parlaklığı, ölçülülüğü, kimi zaman Avrupa ile o sırada kapışmaya hazırlanan o büyük adamın kendisine varıncaya kadar herkesi şaşırtmıştı. Seçkin ve meraklı bir kalabalık, kederli bir duygunun etkisi altında, Tuileries Sarayı’na gelmiş bulunuyordu. Herkes yarın neler olacağını sezmişti sanki ve Fransa’nın bu yiğitlik dönemleri, bugünkü gibi hemen hemen masallardakini andıran renklere büründüğü bu sahnenin yarattığı tabloyu belki birkaç kez gözlerinin önüne getireceği, herkesin içine doğmuştu sanki.
Genç kız yaşlı adamı yaramaz bir tavırla sürükleyerek, “Daha çabuk gidelim babacığım, trampetleri duyuyorum!..” diyordu.
Babası, “Tuileries Sarayı’na giren kıtalar onlar.” diye cevap verdi.
“Veya resmigeçit yapan birlikler, herkes geri dönüyor!” Genç kızın çocuksu bir kederle söylediği bu sözler, yaşlı adamın gülümsemesine yol açtı.
Kabına sığamayan kızının âdeta ardından yürüyen baba, “Resmigeçit yarım saat sonra başlıyor.” dedi.
Kızın sağ kolu ile yaptığı hareketi görseniz, koşmak için bundan yararlandığını sanırdınız. Eldiven içindeki küçük eli bir mendili sabırsızlıkla mıncıklıyor, suları yaran bir sandalın küreğini andırıyordu. Yaşlı adam ara sıra gülümsüyordu. Fakat arada bir zayıf yüzünün kaygılı ifadelerle kederli bir hâle büründüğü de oluyordu. Bu güzel kıza olan sevgisi, o anda duyduğu hayranlık kadar yarın için de kaygı hissetmesine yol açıyordu. Kendi kendine şöyle der gibiydi sanki: “Bugün mutlu ama her zaman mutlu olacak mı?” Çünkü yaşlılarda, gençlerin geleceğini karanlık görmek gibi bir eğilim vardır hep.
Tepesinde üç renkli bayrağın dalgalandığı köşkün önünde, sütunlu bir galeri vardı. Gezintiye çıkmış olanlar buradan geçiyorlar, Tuileries Bahçesi’nden Carrousel alanına gidip geliyorlardı. Baba kız bu sütunların altına ulaştıklarında nöbetçiler sert bir sesle onlara, “Yasak, geçemezsiniz!” diye bağırdılar.
Kızcağız ayaklarının ucuna basarak yükseldi ve imparatorun çıkacağı, mermerden yapılma eski kemerin iki yanını dolduran süslü püslü birçok kadını görebildi.
“Gördün ya babacığım, çok geç yola çıkmışız!” dedi.
Dudaklarını uzatarak kederli bir eda verdiği sevimli yüzü, bu geçit töreninde bulunmayı ne denli önemsediğini gösteriyordu.
“Hadi bakalım Julie, gidelim, itilip kakılmaktan hoşlanmazsın sen.”
“Gitmeyelim babacığım! İmparatoru buradan da görebilirim. Seferde ona bir hâl olursa kendisini hiç göremem sonra.”
Baba bu bencil sözleri duyunca irkildi, kızının sesi ağlamaklı idi. Ona baktı ve inik göz kapaklarının altında, hayal kırıklığından çok böyle ilk duyulan kederlerden birinin yol açtığı birkaç damla gözyaşını görür gibi oldu ki yaşlı bir baba için bunun sırrını sezmek kolaydır. Julie birdenbire kıpkırmızı oldu ve sebebini ne nöbetçilerin ne de yaşlı adamın anladığı bir çığlık kopardı. Bir subay avludan merdivene doğru koşuyordu. Bu çığlığı duyunca birden döndü, bahçenin kemerine değin ilerledi. Kumbaracıların tüylü, iri şapkalarının bir ara gözlerden gizlediği genç kızı gördü. Nöbetçilere oradan kimseyi içeriye sokmamalarını kendisi emretmişti. Kızla babasının oradan geçmelerini hemencecik sağladı. Sonra kemerin çevresindeki şık giyimli kalabalığın söylenmelerine hiç aldırmadan, bu işe pek sevinmiş olan kızı yavaşça kendine doğru çekti.
Yaşlı adam ciddi olduğu kadar alaycı bir tavırla subaya, “Sen nöbetçi olduğuna göre onun ne öfkesine ne de acelesine şaşmıyorum artık…” dedi.
Genç adam cevap verdi, “Efendim, iyi bir yerde durmak istiyorsanız konuşmakla vakit geçirmeyelim. İmparator beklemekten hoşlanmaz, mareşal de gidip ona haber verme görevini verdi bana.”
Bunları söylerken bir çeşit teklifsizlikle Julie’nin koluna girmiş, onu çabuk çabuk Carrousel alanına doğru sürüklüyordu. Sarayın kurşuni duvarlarıyla aralarına zincirler gerilmiş alçak taş sütunlar, Tuileries Sarayı’nın ortasında kumla kaplı büyük dörtgenler meydana getirmişlerdi. Bunlar arasındaki daracık boşlukta büyük bir kalabalığın yığılmış olduğunu, Julie şaşırarak gördü. İmparatorla kurmayının serbestçe geçişini sağlamak için nöbetçilerin meydana getirdikleri kordon, arı kovanı gibi uğuldayan ve boyuna kımıldayan bu kalabalığı zapt etmekte büyük güçlük çekiyordu.
Julie gülümseyerek, “Çok güzel olacak demek bu, ha?” diye sordu.
Subay,