Оноре де Бальзак

Otuz Yaşındaki Kadın


Скачать книгу

ile göze çarpıyordu. Üniformasının işlemeleri güneşte öylesine ışıldıyor; dar, uzun şapkasının sorgucuna öyle parlak ışınlar vuruyordu ki seyirciler bu yüzden onu geceleri mezarlıklarda, bataklıklarda görülen hafif, oynak alevlere benzetseler gerekti. Görünmez bir ruhtu sanki de imparator onu bu taburları canlandırıp hareketlendirmekle görevlendirmişti. Onun tek bir göz işareti üzerine bir girdabın kırılan, bir araya gelen, fır fır dönen dalgaları gibi yükselip alçalan silahlar, alev saçıyor veya öfkeli okyanusun kendi kıyılarına yönelttiği uzun, düz, yüksek dalgalar gibi onun önünden geçiyorlardı.

      Gösteriler bitince emir subayı doludizgin koşup geldi, buyruklarını beklemek için imparatorun önünde durdu. O sırada Julie’den yirmi adım ileride, imparatorun bulunduğu grubun karşısındaydı. Ressam Gerard’ın “Austerlitz Savaşı” adlı tablosunda General Rapp’a verdiği poza oldukça benzeyen bir tavrı vardı. O zaman genç kız sevgilisini, askerliğinin bütün ihtişamı içinde hayran hayran seyredebildi. Henüz otuz yaşında olan Albay Victor d’Aiglemont uzun boyluydu, narindi, eli ayağı düzgündü. Vücudunun ne kadar mütenasip olduğu da bütün gücünü bir atı yönetmek için kullandığı sırada, çok iyi ortaya çıkıyordu. Hayvanın zarif ve esnek sırtının onun altında bel verir gibi bir hâli vardı sanki. Esmer erkek yüzü, çok düzgün çizgilerin genç çehrelere verdiği o anlatılamaz sevimliliğe sahipti. Alın geniş ve yüksekti. Gür kaşların gölgeleyip uzun kirpiklerin çevrelediği, ateş gibi yanan gözleri iki kara çizgi arasında iki ak ve basık, uzun yuvarlaktı sanki. Burnu bir kartal gagasının sevimli bükülüşüne sahipti. O sırada pek moda olan kara bıyıkların kıvrımları, dudaklarının kırmızılığını daha belirgin hâle sokuyordu. Geniş, al yanaklarında yer yer, olağanüstü bir kuvvete işaret olan, esmer ve sarı tonlar göze çarpıyordu. Çehresi, yiğitliğin izlerini taşıyan yüzlerden biriydi, imparatorluk Fransa’sının kahramanlarından birini canlandırmak isteyen bir ressamın bugün aradığı tipe uygundu.

      Kan ter içindeki atın boyuna kımıldayan başı, büyük sabırsızlığını gösteriyordu. Ön ayakları, biri ötekini geçmeksizin aynı hizada, açık duruyor; bir yandan da gür kuyruğunun uzun kıllarını dalgalandırıyordu. Sahibine olan bağlılığı ise onun imparatora beslediği bağlılığın maddeleşmiş bir imgesi hâlindeydi. Sevgilisinin Napolyon’la göz göze gelmek için böylesine çabaladığını gören Julie, onun hâlâ kendisine bakmadığını düşünerek bir kıskançlık anı geçirdi.

      Hükümdar birdenbire bir şey söyledi, Victor atının sağrılarını sıktı, dörtnala yola çıktı. Fakat bir taş direğin gölgesinden ürken hayvan korkup geriledi, şahlandı; bu da öylesine ani oldu ki süvari bir an için tehlikeye düşmüş göründü. Bir çığlık koparan Julie sapsarı oldu. Herkes merakla ona baktı ama onun gözü kimseyi görmüyordu. Gözlerini bu çok azgın ata dikmişti. Subay, Napolyon’un emirlerini ulaştırmak için koşarken, bir yandan da hayvanı cezalandırıyordu. Julie bu şaşırtıcı sahnelere öylesine dalmıştı ki kendi de farkında olmaksızın babasının koluna yapışmış; parmaklarını az veya çok bastırarak düşündüklerini elinde olmaksızın ona da anlatıyordu. Victor’un attan düşmesine ramak kaldığı sırada sanki kendisi, düşme tehlikesi geçiriyormuş gibi babasına daha da kuvvetle asıldı.

      Yaşlı adam, kızının sevinçli yüzüne keder ve acı dolu bir kaygı ile bakıyordu. Yüzünün kasılmış olan bütün kırışıklıklarında acıma, kıskanma hatta esef duyguları belirdi. Fakat Julie’nin gözlerindeki alışılmadık parıltı, kopardığı çığlık ve parmaklarının sinirli ve kesik hareketi, yaşlı adama gizli bir sevgiyi nihayet açıkladıkları zaman; muhakkak ki gelecekte olup bitecek acı şeyler, onun içine doğmuş olmalıydı. O zaman yüzünde korkunç bir ifade belirdi çünkü. O anda Julie’nin ruhu, subayınki ile haşır neşir olmuştu sanki. Yaşlı adamı korkutan bütün acı düşüncelerden daha acı bir tanesi, onun ızdırapla dolu yüzündeki çizgilerin kasılmasına yol açtı. O sırada d’Aiglemont’nun, önlerinden geçerken, aralarında gizli bir anlaşma olduğunu gösterir tarzda kızına baktığını görmüştü çünkü. Julie’nin ise gözleri nemli idi, yüzü de kıpkırmızı olmuştu. Adam kızını birdenbire Tuileries Bahçesi’ne götürdü.

      Julie, “İyi ama babacığım, Carrousel alanında daha geçit yapacak alaylar var.” dedi.

      “Hayır kızım, bütün birlikler geçiyor.”

      “Aldanıyorsunuz galiba babacığım. M. d’Aiglemont onları ilerletmiş olsa gerek…”

      “Evet kızım ama ben rahatsızım, kalmak niyetinde değilim.”

      Julie babasının yüzüne bakınca onun sözlerine kolayca inandı. Yaşlı adamın bir baba olarak duyduğu kaygılar, bitkin bir eda veriyordu bu yüze.

      Genç kız öylesine dalgındı ki aldırmaz bir tavırla, “Çok mu rahatsızsınız?” diye sordu.

      Yaşlı adam, “Geçen her gün, bedavadan yaşadığım bir gün değil mi benim için?” diye cevap verdi.

      “Ölümden söz ederek yine üzeceksiniz beni. Öyle neşeliydim ki! Şu kara düşüncelere kendinizi kaptırmasanız olmaz mı?”

      Baba içini çekerek, “Ah şımarık çocuk ah!” dedi. “En iyi yürekli insanlar bile çok zalim olurlar bazen. Biz ömrümüzü size adarız, yalnız sizi düşünürüz, rahatınızı hazırlarız, türlü heveslerinize kendi zevklerimizi feda ederiz, size tapınırız, kanımızı bile veririz hatta; hiçbir şey değil mi bunlar? Ne yazık! Evet, her şeyi aldırmadan kabulleniyorsun sen. Senden güler yüz görmek, küçümseyen bir sevgi elde etmek için Tanrı kadar kudretli olmak gerek. Derken bir başkası çıkagelir! Bir sevgili, bir koca, gönüllerinizi elimizden alıverir.”

      Julie şaşırmıştı, ağır ağır yürüyen, fersiz gözlerle kendisini süzen babasına baktı.

      Yaşlı adam devam etti, “Benden hatta belki kendinden bile gizlediğin şeyler var…”

      “Ne diyorsunuz babacığım?”

      “Öyle gibime geliyor ki benden bazı şeyler gizliyorsun.” Yaşlı adam kızının kızardığını fark edince hızla devam etti: “Birini seviyorsun sen. Ah ah, bense yaşlı babanı ölünceye dek bırakmayacaksın sanıyordum; seni mutlu ve pırıl pırıl yanımda saklayacağımı, eskiden olduğu gibi yine hayran hayran seyredeceğimi umuyordum. Başına gelecekleri bilmeyeceğimden, gelecek günlerinin sakin olacağına inanabilecektim. Şimdiyse yaşantın için bir mutluluk umudu beslemem imkânsız. Albayı kuzeninden daha çok seviyorsun çünkü. Kuşku duyamam bundan artık.”

      Julie, “Onu niçin sevemeyecekmişim?” diye sordu. Yüzünde derin bir merak ifadesi vardı.

      Babası, “Ah Julie’ciğim ah, beni anlayamazsın ki!..” diye karşılık verdi.

      Julie elinde olmaksızın başkaldıran bir tavır takınarak, “Söyleyin yine de babacığım, söyleyin!..” dedi.

      “Öyleyse dinle beni yavrum; Genç kızlar; insanlar üzerinde, duygular üzerinde, toplum üzerinde, çoğu zaman kendi kendilerine pek hoş imgeler, ülküsel çehreler yaratırlar, asılsız birtakım hayaller kurarlar. Sonra bir insana kendi hayal ettikleri birtakım meziyetleri masumca mal ederler, buna kendileri de inanırlar. Seçtikleri erkekte bu hayali yaratığı severler. Ama sonra felaketten kurtulmak için artık iş işten geçtiği zaman; süsleyip püsledikleri o dış görünüş yani başlangıçta put diye tapındıkları o nesne iğrenç bir iskelet hâline geliverir. Senin albayı sevmendense yaşlı bir adama sevdalanmanı yeğ bulurum, Julie. Ah ah! Hayatta şimdikinden on yıl ilerisine erişebilseydin, benim tecrübeme hak verirdin. Victor’u tanırım; neşesi akılsızca bir neşedir, kışlaya yaraşan bir neşedir; yeteneksiz, parayı har vurup harman savuran bir