Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт

Küçük Prenses


Скачать книгу

mi?” dedi Ermengarde heyecanlı bir sesle. “Ben… ben de seninkini beğendim.”

      Bayan St. John’un hayatındaki esas dert, zeki bir babaya sahip olmaktı. Bazen bunun korkunç bir felaket olduğunu düşünüyordu. Her şeyi bilen, yedi sekiz dil konuşan, okuduğu binlerce kitabı olan bir babanız varsa en azından sizden ders kitaplarınızın içeriğine aşina olmanızı bekler; tarihteki birkaç olayı hatırlamanızı ve Fransızca okuyup yazabilmenizi beklemesine de şaşmamak gerekir. Ermengarde, Bay St. John’un sabır sınavıydı. Nasıl olur da kendi çocuğu hiçbir işte parlayamayan, apaçık ve şüphe götürmez bir şekilde sönük bir tip olabilirdi, bir türlü anlamıyordu.

      “Aman Tanrı’m!” demişti birkaç kez kızına bakarken. “Bazen halası Eliza gibi aptal olduğunu düşünmeden edemiyorum!”

      Eliza halası ağır anlayan ve öğrendiği şeyi hemen unutan biriyse Ermengarde onun tıpkısının aynısıydı. Okulun en muazzam kalın kafalısı olduğu inkâr edilemezdi.

      “Öğrenmeye ZORLANMALI.” dedi babası Bayan Minchin’e.

      “Odama gel de göstereyim.” dedi Sara elini uzatarak.

      Koltuktan birlikte atlayıp üst kata çıktılar.

      “Sırf sana…” diye fısıldadı Ermengarde, koridorda ilerlerlerken. “Sırf sana ait bir oyun odan olduğu doğru mu?”

      “Evet.” diye cevapladı Sara. “Babam Bayan Minchin’den benim için bir oyun odası rica etti çünkü… şey… çünkü ben oyun oynarken hikâyeler uydurup kendi kendime anlatıyorum ve insanların beni duymasını istemiyorum. İnsanların dinlediğini düşününce hiç keyif alamıyorum.”

      O arada Sara’nın odasına giden koridora varmışlardı, Ermengarde bir an durdu, şaşkınlıktan nefesi tıkanmıştı.

      “Kafandan HİKÂYE mi uyduruyorsun!” dedi nefes nefese. “Hem Fransızca konuşup hem hikâye mi uyduruyorsun? GERÇEKTEN mi?”

      Sara ona hayretle baktı.

      “Herkes hikâye uydurabilir.” dedi. “Sen hiç denemedin mi?”

      Elini, onu uyarırcasına Ermengarde’ın elinin üstüne koydu.

      “Kapıya sessizce gidelim.” diye fısıldadı. “Ve sonra kapıyı aniden açayım; belki onu yakalarız.”

      Yarım ağızla gülümsüyordu fakat gözlerinde Ermengarde’ı büyüleyen gizemli bir umut ışıltısı vardı, gerçi bunun ne anlama geldiği, kimi “yakalamak” istediği veya onu neden yakalamak istediği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Bu her ne anlama geliyorsa Ermengarde onun çok heyecanlı bir şeyler söylediğinden emindi. Böylece, heyecan doruktayken koridor boyunca onu parmak ucunda takip etti. Kapıya varana kadar çıt çıkarmadılar. Derken Sara aniden kapı kolunu çevirdi ve kapıyı sonuna kadar açtı. Kapının açılışıyla karşılarında tertipli, düzenli, sessiz bir oda, şöminede usul usul yanan ateş ve yanındaki koltukta kitap okuyormuş gibi görünen harika bir oyuncak bebek belirdi.

      “Ah, biz onu görene kadar yerine oturmuş!” diye açıkladı Sara. “Hep böyle yapıyorlar zaten. Şimşek gibi hızlılar.”

      Ermengarde bir ona, bir bebeğe baktı.

      “O yürüyebiliyor mu?” diye sordu, soluk soluğa.

      “Evet.” diye cevapladı Sara. “En azından ben öyle olduğuna inanıyorum. En azından yürüyebildiğine İNANIYORMUŞ GİBİ yapıyorum. Böylece bana gerçekmiş gibi geliyor. Sen de ‘mış gibi’ yapıyor musun?”

      “Hayır.” dedi Ermengarde. “Asla yapmam. Anlatsana nasıl yapıldığını.”

      Ermengarde bu tuhaf, yeni arkadaşından o kadar etkilenmişti ki, Emily yerine Sara’ya bakakaldı; oysa Emily hayatında gördüğü en etkileyici oyuncak bebekti.

      “Haydi, oturalım da sana anlatayım.” dedi Sara. “O kadar kolay ki bir başlayınca bırakamıyorsun. Sürekli yapasın geliyor. Çok güzel bir şey. Emily, sen de dinle. Bu Ermengarde St. John, Emily. Ermengarde, bu Emily. Onu kucaklamak ister misin?”

      “Ay, kucaklayabilir miyim?” dedi Ermengarde. “Gerçekten kucaklayabilir miyim? Çok güzel bir bebek!” Sara onu Ermengarde’ın kollarının arasına bıraktı.

      Bayan St. John sıkıcı, kısa hayatı boyunca, yeni bir öğrenciyle öğle yemeği zilini duyup aşağı inmek zorunda kalana kadar geçen bir saatte böylesine güzel vakit geçireceğini asla hayal dahi edemezdi.

      Sara şöminenin önündeki halının üzerine oturup ona garip şeyler anlattı. Şömineye iyice yaklaşmıştı; yeşil gözleri parlıyordu, yanakları al aldı. Ona seyahati ve Hindistan hakkında hikâyeler anlattı; fakat Ermengarde’ı en çok büyüleyen şey, onun yürüyen ve konuşan, odada insanlar yokken istediklerini yapan fakat bu sırlarını saklamak için içeri biri girdiğinde yerlerine “şimşek gibi” geri dönen bebeklerle ilgili fantezisiydi.

      “Biz öyle yapamayız.” dedi Sara ciddiyetle. “Bu bir tür sihir.”

      Emily’yi arama hikâyelerini anlatırken Ermengarde onun yüzünün birden değiştiğini fark etti. Sanki gözlerinin önünden bir bulut geçti ve gözlerinin ışıltısını gölgeledi. Öyle derin bir nefes aldı ki ağzından garip, hüzünlü bir ses çıktı ve sonra bir şey yapmaya veya YAPMAMAYA yeminliymiş gibi dudaklarını sıkıca kapadı. Ermengarde o diğer kızlar gibi olsaydı birden ağlayıp sızlamaya başlardı diye düşündü. Ama ağlamamıştı.

      “Bir… bir yerin mi ağrıyor?” diye sordu Ermengarde.

      “Evet.” diye cevapladı Sara, bir anlık sessizlikten sonra. Ardından titrememesi için uğraştığı sesini kısarak ekledi: “Ama acıyan yerim bedenimde değil. Babanı dünyadaki her şeyden çok seviyor musun?”

      Ermengarde’ın ağzı açık kaldı. Babasını hiçbir zaman sevmediğini ve onun birlikte on dakika kadar bile yalnız kalmamak için her şeyi yapabileceğini söylemenin seçkin bir okulda okuyan bir çocuğa yakışmayacağını biliyordu. Çok utanmıştı.

      “Ben… ben onu pek göremiyorum.” diye kekeledi. “Hep kütüphanesindedir, bir şeyler okuyup durur.”

      “Ben babamı dünyanın on katı kadar seviyorum.” dedi Sara. “Canım bu yüzden yanıyor. Uzaklara gitti.”

      Başını kızın büktüğü küçük dizlerinin üstüne sessizce koydu ve birkaç dakika kıpırdamadan durdu.

      Hıçkıra hıçkıra ağlayacak! diye düşündü Ermengarde endişeyle.

      Fakat ağlamadı. Kısa, siyah lüleleri kulaklarının yanına düştü ve sessizce oturmaya devam etti. Sonra başını kaldırmadan konuştu.

      “Ona dayanacağıma dair söz verdim.” dedi. “Dayanacağım da. İnsanın dayanması gerekir. Askerler nelere dayanıyor! Babam da asker. Savaş olunca oradan oraya koşmaya, susuzluğa ve belki de derin yaralara dayanmak zorunda. Gıkını bile çıkarmaz.”

      Ermengarde ona bakakaldı; ona hayranlık duymaya başladığını hissetti. Harika biriydi ve diğerlerinden çok farklıydı.

      O anda, Sara başını kaldırdı ve tuhaf, küçük bir gülümsemeyle siyah lülelerini arkaya attı.

      “Böyle anlatmaya devam ettikçe…” dedi, “ve sana ‘mış gibi’ yapmaktan bahsedince daha kolay katlanırım gibi geliyor. İnsan unutmaz ama daha kolay katlanır.”

      Ermengarde boğazının düğümlenmesinin ve gözlerinin dolmasının nedenini anlayamadı.

      “Lavinia ve Jessie çok yakın arkadaşlar.” dedi boğuk bir sesle. “Keşke biz de iki yakın arkadaş olabilsek. En yakın arkadaşım olur musun?