Adeline’e feda edilmişimdir, bunu bilmezsiniz! Beni döverler, onu okşarlardı! Bir hizmetçi gibi partal giyinirdim, o bir hanım gibi giydirilirdi. Ben bahçe kazardım, sebze ayıklardım; onun parmakları şifon düzeltmek için kıpırdardı. Baron’la evlendi, İmparator’un sarayında herkesin gözünü kamaştırdı; ben ise 1809’a kadar dört yıl bir kısmet çıkacak diye köyümde kaldım. Beni köyden aldılar ama beni bir işçi kadın yapmak, kapıcılara benzeyen memurlarla, yüzbaşılarla baş göz etmek için!.. Yirmi altı yıl onların artıklarıyla geçindim. Tevrat’ta söylendiği gibi; fukarayı sevindirecek kendi malı bir kuzusu vardır, sürülere sahip zengin ise fukaranın kuzusuna göz diker, onu elinden almak ister!.. Hem de hiç sormadan, danışmadan… Adeline saadetimi çalıyor! Adeline!.. Adeline!.. Senin çamurlarda, benden daha aşağı olarak yuvarlandığını göreceğim! O kadar sevdiğim Hortense beni aldattı… Ya Baron? Hayır, bu imkânsız. Haydi bakalım, bu söyledikleriniz arasında doğru olabilecekleri bir kere daha tekrarlayınız!”
“Sakin olunuz, şekerim…”
Bu garip kız otururken “Valérie, meleğim, sakin olacağım.” diye karşılık verdi. “Bir tek şey aklımı başıma getirebilir: Bana bir delil gösteriniz.”
“Kuzininiz Hortense; litografyası bir mecmua tarafından neşredilen Samson eserine sahip bulunuyor, bu esere biriktirdiği paraları verdi. Müstakbel damadının menfaati için de Baron onu meydana çıkardı, her şeyi temin etti.”
Lisbeth litografyaya bakıp altında da “Matmazel Hulot d’Ervy’ye ait heykel”i okuyunca “Biraz su, biraz su!..” dedi. “Biraz su! Başım tutuşuyor, çıldırıyorum!..”
Madam Marneffe su getirdi. İhtiyar kız takkesini çıkardı, siyah saçlarını çözdü, yeni dostunun tuttuğu leğene başını uzattı; birkaç defa alnını ıslattı, başının tutuşmasını durdurdu. Su ile başını ıslattıktan sonra tamamen kendine geldi.
Alnını kurularken Madam Marneffe’e “Artık bunları istemiyorum.” dedi. “Bir tek kelime istemiyorum. Görüyorsunuz ya, sakinim, hepsini de unuttum, başka şeyler düşünüyorum!”
Madam Marneffe, Lorenliye bakarak kendi kendine “Yarın tımarhanede soluğu alır muhakkak.” dedi.
“Ne etmeli?” diye sordu Lisbeth. “Görüyorsunuz sevgili meleğim, susmak, başını eğmek, suyun doğruca nehre aktığı gibi mezara gitmek lazım. Ne mi yapacağım? Elimde olsa bütün dünyayı, Adeline’i, kızını, Baron’u yok etmek isterdim. Ama fakir bir ailenin zengin bir aileye karşı elinden ne gelir? Bu, toprak saksının demir saksıya karşı gelmesi hikâyesine benzer.”
“Evet, hakkınız var.” diye Valérie karşılık verdi. “Eline fırsat geçince ambarı doldurmak! İşte, Paris’te hayat budur.”
“Hem…” dedi Lisbeth. “Her zaman kendisine bir ana gibi hizmet edeceğimi sandığım, kendisiyle bütün hayatımca beraber yaşamayı kurduğum bu çocuğu kaybedersem artık çok yaşamam.”
Gözleri yaşla doldu, sustu. Bu barut, bu ateş kızdaki hassasiyet Madam Marneffe’in tüylerini ürpertti.
Valérie’nin elini yakalayarak “Neyse ki…” dedi. “Bu büyük kederde sizinle teselli buluyorum. Birbirimizi çok seveceğiz, birbirimizi niçin terk edelim? Hiçbir zaman sizinle rekabete girişecek değilim. Hiç kimse beni sevmez! Zaten beni isteyenlerin hepsi de kuzinimden himaye görmek için benimle evlenecek değiller miydi? İnsanda cennete tırmanmak kudreti olsun, sonra da bu kudreti ekmek, su, paçavra, bir tavan arası temin etmek için kullansın! Ah, şekerim, bu bir kurban hâli! Kupkuru kaldım.”
Birden sustu. Madam Marneffe’in mavi gözlerine öyle kara bir bakışla baktı ki sanki bu bakış, kalbine bir hançer saplanmış gibi bu güzel kadının ruhunu delip geçti.
Kendi kendini ayıplayarak, “Söylemek neye yarar?” diye bağırdı. Lisbeth. “Hiçbir zaman bu kadar laf etmemiştim, neyse!..” Biraz durduktan sonra, çocuk dilince “Mızıklanan cezasını bulur!” diye ilave etti. “Şu söylediğiniz akıllıca bir laf: Dişlerimizi bileyelim, elimize fırsat geçince her şeyi yapalım.”
Bu buhrandan korkmuş olan, bu kibar kelamı söylediğini hiç hatırlamayan Madam Marneffe:
“Hakkınız var.” dedi. “Size inanıyorum, şekerim. Haydi canım, hayat o kadar uzun değildir. İnsan ondan iyice nasibini almalı, başkalarını kendi arzusuna hizmet ettirmeli. Gençken bu benim kafama dank etti! Şımarık bir çocuk olarak büyütülmüştüm; babam beni taparcasına sevdikten, bir kraliçe kızı gibi büyüttükten sonra tamaha kapılarak evlendi; beni unutuverdi! Beni çok güzel hülyalarla besleyen anneciğim, bir kürek mahkûmu gibi her kötülüğe alışmış, tıpkı sizi bir servet vasıtası telakki edişleri gibi, beni de bir servet vasıtasından başka bir şey telakki etmeyen otuz dokuz yaşında ihtiyar ve soğuk bir hovarda ile, bin iki yüz frank geliri olan küçük bir memurla evlendiğimi görünce kederinden öldü. Neyse, sonunda gördüm ki bu alçak adam kocaların en iyisidir. Köşe başındaki şırfıntı kadınları bana tercih ederek beni kendi hâlime bırakıyor, bütün maaşını kendisine harcıyor ama hiçbir zaman bana nasıl para kazandığımın hesabını da sormuyor.”
Sır söyleme heyecanıyla sürüklendiğini hisseden bir kadın gibi, Lisbeth’in de kendisini nasıl dikkatle dinlediğini görerek sustu; son sırlarını söylemeden önce ondan emin olmak lüzumunu hissetti.
“Görüyorsunuz ya, şekerim, ne kadar güvenim var sana.” diye Madam Marneffe devam etti. Lisbeth de pek kuvvetle temin eden bir işaretle karşılık verdi.
Çoğu zaman gözlerimizle, bir baş işaretiyle cinayet mahkemesindekinden daha fazla bir haşmetle yemin ederiz.
Madam Marneffe, sanki Lisbeth’in de inanmasını istermiş gibi elini onun elinin üstüne koyarak “Namuslu bir insandan neyim eksik?” dedi. “Evli bir kadınım, kendi başıma buyruk bir kadınım. O kadar ki sabahleyin işe giderken Marneffe’in aklına esip de bana Allah’a ısmarladık diyecek olsa kapımın kapalı olduğunu gördü mü usulcacık çıkar gider. Çocuğunu, benim Tuileries’deki iki ırmak başında oynayan mermerden çocuklardan birini sevdiğim kadar bile sevmez. Akşam yemeğine gelmezsem hizmetçi ile pekâlâ yemeğini yer çünkü hizmetçi mösyönün emrindedir. Marneffe akşamları, yemekten sonra çıkar; ta gece yarısı veya saat birde gelir. Maalesef bir yıldır oda hizmetçim yok demek istiyorum ki bir yıldır dulum. Biricik ihtirasım, bir saadetim vardı… O da zengin bir Brezilyalı idi, gideli bir yıl oluyor; bu, benim kendi hatamdır! Fransa’da yerleşmek için mallarını satmaya, işlerini yoluna koymaya gitmişti. Gelince Valérie’sinin yerinde ne bulacak? Bir aptal! Bak! Bu, onun hatası, benim değil; gelmekte ne diye gecikti? Tanrı bilir, belki o da benim namusum gibi boğulup gitmiştir.”
“Allah’a ısmarladık şekerim.” dedi Lisbeth birdenbire. “Birbirimizden hiçbir zaman ayrılmayacağız. Sizi seviyorum, takdir ediyorum, sizinim! Kuzinim, Vanneau Sokağı’ndaki müstakbel evinizde oturayım diye beni zorluyor, bunu istemiyorum! Çünkü bu yeni iyiliğin sebebini iyice anladım.”
“Bana nezaret etmek için olacak, bunu biliyorum.” dedi Madam Marneffe.
“Cömertliğinin sebebi de budur.” dedi Lisbeth. “Paris’te iyiliklerin yarısı dalaveredir, nasıl ki nankörlüklerin yarısı da intikamsa! Fakir bir aileye, önüne bir parça domuz yağı atılmış farelere yapılanı yaparlar. Baron’un teklifini kabul edeceğim çünkü bu evden iğreniyorum. Demek ki bize zarar verecek şey karşısında susacak, söylenmesi lazım şeyi söyleyecek kadar ikimizin de aklı varmış. Neyse, boşboğazlık etmeyelim, bir dostluk ki…”
Hürmet edilecek bir insanı, sırlarını söyleyeceği bir kimseyi, iyi kalpli teyze gibi bir şey bulduğu için mesut olan Madam Marneffe neşe ile “Her şeyin