annesine benzerdi lakin onun altın sarısı, kendinden kıvırcık, hayret verecek kadar gür saçları vardı. Parlaklığı sedef parlaklığını andırırdı. Herkes onda şerefli bir evlenmenin, asil, bütün kuvvetiyle saf bir aşkın meyvesini görürdü. Bu, çehrede ihtiraslı bir hareket, hatlarda bir neşe, bir gençlik cazibesi, bir hayat tazeliği, kendi dışında titreşen ve elektrik ışınları vücuda getiren bir sıhhat zenginliği idi. Hortense bakışı kendine çekerdi. Masumluğun döküldüğü o mayi içinde yüzen açık deniz mavisi gözleri, geçen bir kimsenin üzerine takılınca o kimse elinde olmadan ürperirdi. Bundan başka, yaldızlı sarışınlarda o süt beyazlıklarına pahalıya oturan kula renkli lekelerle de tenini bozmuş değildi. İri ve balık etinde vücudu, asaleti, annesininkiyle boy ölçüşen sülün endamı onu, eski devir muharrirlerinde pek israf edilen ilahe unvanına layık hâle getirmişti. Bu sebeple, Hortense’ı kim sokakta görse hayretini, “Aman Tanrı’m! Ne güzel kız!” cümlesiyle anlatmaktan kendini alamazdı. Genç kızın öylesine gerçek bir masumluğu vardı ki eve dönerken “Anne, niçin bunlar sen benimle beraberken ‘güzel kız’ diye bağırıyorlar? Sen benden daha güzel değil misin?” derdi. Gerçekten de kırk yedi yaşında olmasına rağmen Barones, güneşin batışına meraklı olanlarca kızına değişilebilirdi çünkü kadınların dedikleri gibi, o XVII. asırda çirkinlerin payını öylesine gasbetmiş gibi görünen Ninon’un skandala yol açtığı bilhassa Paris’teki o nadir hadiselerden biri sayesinde güzellikteki önceliklerinden hiçbirini kaybetmemişti.
Kızını düşünerek Barones, kocasına dönüyor onu günden güne içtimai batağın içine gömülmüş, belki de bir gün mevkisinden kovulmuş görüyor. Putunun, Crevel’in kehanet savurduğu belirsiz felaketler hayaletiyle birlikle düşüş tasavvuru kadıncağız için öyle korkunç oldu ki vecde dalan insanlar gibi kendinden geçip bayıldı.
Hortense ile bahçede konuşan Kuzin Bette, ne vakit salona dönebileceklerini anlamak için zaman zaman bakıyordu lakin Barones camekânlı kapıyı açtığı sırada genç kuzini onu sorgularıyla o derece fazla taciz etmişti ki bu açılışı fark etmedi.
Madam Hulot’dan beş yaş küçük olmakla beraber, Fischerlerden en büyüğünün kızı olan Lisbeth Fischer, kuzini kadar güzel olmaktan çok uzaktı; bu sebeple Adeline’i bir o kadar da kıskanırdı. Kıskançlık, İngilizler tarafından küçük ailelerin değil; asıl büyük ailelerin deliliklerini anlatmak için bulunmuş kelime ile taşkınlıklarla dolu bu karakterin esasını teşkil ederdi. Kelimenin bütün manasıyla Vosgesların köylü kızı; kuru, esmer, parlak saçlar, kalın ve çatık kaşlar, uzun kuvvetli kollar, kocaman ayaklar, uzun ve maymunu andıran yüzünde siğiller… İşte bu kızoğlankızın kısaca portresi.
Birlikte yaşayan aile, kaba kızı güzel kıza, ham meyveyi açılmış çiçeğe kurban etmişti. Kuzini nazlı büyütülürken Lisbeth tarlada çalıştırıldı; bir gün Adeline’i yalnız bulunca burnunu, ihtiyar kadınların hayranı oldukları gerçek Yunan burnunu koparmak istemişti. Bu kötü hareketi yüzünden dövülmüşse de imtiyazlı kızın elbiselerini yırtmaktan, küçük yakalıklarını bozmaktan geri durmadı.
Kuzininin hiç umulmadık evlenmesi sırasında Lisbeth kaderin bu cilvesi önünde, Napolyon’un erkek ve kız kardeşlerinin tahtın şaşaası ve komutanın azameti önünde eğilişleri gibi eğilmişti. Fevkalade iyi yürekli ve munis olan Adeline, Paris’te Lisbeth’i hatırladı. 1809’da onu evlendirerek sefaletten kurtarmak niyetiyle Paris’e getirtti. Adeline’in dilediği gibi onu derhâl evlendirmek imkânsızlığı içinde Baron, bu kara gözlü, kömür kaşlı, okuma yazma bilmez kızı bir işe yerleştirmekle işe başladı; Lisbeth’i, imparator sarayının nakışçıları olan, meşhur Pons Kardeşler’in yanına çırak olarak yerleştirdi.
Kısaltılarak Bette adı verilen kuzin altın ve gümüş sırmakeş işçisi olmuş, dağlılara has gayretiyle okumayı, hesap yapmayı ve yazmayı öğrenmek dirayetini göstermişti çünkü eniştesi Baron, bir sırmakeş müessesesini işletmek için bu bilgilere sahip olmanın lüzumunu ona anlatmıştı. Servet sahibi olmak istiyordu, iki yıl içinde bambaşka bir insan oluverdi. 1811’de köylü kızı epey kibar, epey becerikli, zeki bir atölye şefi olmuştu.
Altın ve gümüş sırmakeşçiliği denilen bu zanaat; apolet, kılıç püskülleri, kordon, kısaca Fransız ordusunun zengin üniformalarıyla, sivil elbiseler üzerinde parıldayan göz alıcı şeyleri kapsıyordu. Elbiseye düşkün bir İtalyan olduğundan İmparator, hizmetinde bulunanların bütün esvaplarını altın ve gümüşle pervazlatmıştı, imparatorluğu da yüz otuz üç mülki idareyi ihtiva ediyordu. Çoğu zaman zengin ve sağlam kimseler olan terzilere veya doğrudan doğruya makam mevki sahiplerine yapılan bu satışlar emin bir ticaret teşkil ediyordu.
İmalatını idare ettiği Pons Müessesesinin en usta işçisi Kuzin Bette, tam kendi başına bir müessese kuracağı sırada, imparatorluğun hezimeti baş gösterdi. Bourbonların ellerinde tuttukları sulhun zeytin dalı Lisbeth’i ürküttü. Ordu mevcudunun azalmasından başka, elinde istismar edilecek mülki idare sayısı da yüz otuz üçten seksen altıya düşecek bu ticarette bir gerilemeden korktu. Nihayet sanayinin oynak talihinden ürkmüş olduğundan, Baron’un tekliflerini reddetti, Baron onu çıldırmış sandı. O, Pons Müessesesini satın alan ve Baron’un kendisiyle ortak etmek istediği Mösyö Rivet ile bozuşmak suretiyle eniştesinin bu kanaatinde isabet ettiğini ispat etti, yeniden basit bir işçi oldu.
O zamanlar Fischer ailesi, Baron Hulot’nun çekip kurtardığı düşkün vaziyete yine düşmüştü.
Fontainebleau felaketi neticesi beş parasız kalan üç Fischer kardeş, 1815’te gönüllü taburlarında yürek ezginliğiyle hizmet ettiler. Lisbeth’in babası olan büyükleri öldürüldü. Bir divanıharp tarafından idama mahkûm edilen Adeline’in babası Almanya’ya kaçtı, 1820’de Trèves’de öldü. En küçükleri Johann, söylediğine göre, altın ve gümüş tabaklar içinde yemekler yiyen ve toplantılarda hemen her zaman başı üstünde ve boynunda fındık büyüklüğünde ve İmparator tarafından hediye edilmiş elmaslarla görünen ailenin Kraliçesi’ne yalvarmak için Paris’e geldi. O zamanlar kırk üç yaşında olan Johann Fischer, eski levazım generalinin Harbiye Nazırlığındaki dostları vasıtasıyla el altından ve iltimasla koparılan Versailles’daki ehemmiyetsiz bir ot ve saman taahhüdü işine girişmek üzere Baron Hulot’dan on bin frank aldı.
Bu aile felaketleri; Paris’i bir cehennem ve bir cennet yapan o engin insanın, Baron Hulot’nun gözden düşmesi; menfaat ve iş hareketi ortasında pek az bir şey olmak kanaati Bette’i yola getirdi. O zaman bu kız, kuziniyle her türlü mücadele, boy ölçüşme fikrinden vazgeçti lakin haset kalbinin derinliklerinde, içine tepildiği meşum yünden balya açılınca şehre yayılarak onu yalayıp yutan bir veba rüşeymi gibi saklı kaldı. Zaman zaman kendi kendine “Adeline ile ben aynı kandanız.” diye söylenirdi. “Babalarımız kardeşti; o bir konaktadır, bense bir çatı arasında…” Lakin her yıl, isim gününde, yılbaşında Lisbeth’e Barones ile Baron’dan hediyeler gelirdi; kendisine karşı çok iyi olan Baron, kışlık odununun parasını verirdi; ihtiyar General Hulot bir gün onu evine kabul ederdi; sofrasında daima kuzinin yeri vardı. Onunla çok eğlenirlerdi lakin onun varlığından yüzleri kızarmazdı. Nihayet kendisine, dilediği gibi yaşadığı Paris’te istiklali de temin edilmişti.
Bu kız, gerçekten, her türlü boyunduruktan korkardı. Kuzini ona evinde yatıp kalmayı teklif etti miydi Bette’in gözünün önüne hizmetçilik yuları geliverirdi; nice defalar Baron onu evlendirmek çetin meselesini halletmiş lakin Kuzin Bette ilk ağızda kandığı hâlde, sonradan görgü eksikliği, cahilliği yüzüne vurulacağından korkarak teklifleri reddetmişti; nihayet Barones ona amcalarıyla beraber yaşamasını ve evi, pahalıya mal olacak bir başhizmetçi yerine çekip çevirmesini söyleyecek olsa