Samed Behrengi
Köroğlu ile Kel Hamza
Yıllar önce Azerbaycan’da, namına Köroğlu denilen yiğit ve civanmert bir adam yaşardı. Köroğlu adıyla yiğitlikleri bilinmeden önce, gerçek adı Ruşen idi. Ruşen’in babası da Ali Kişi namıyla tanınırdı. Ali, Hasan Han’ın seyisi ve yılkı atlarının bakıcısı, eğiticisiydi. At yetiştiriciliği ve bakımı konusunda eşi benzeri bulunmaz bir adamdı, herhangi bir atın nasıl bir huyu suyu olduğunu anlaması için ona bir kere bakması kâfiydi.
Hasan Han, oldukça zengin ama zalim hanlardan bir tanesiydi. Diğer hanlar ve emirler gibi, Hasan Han’ın da sürü sürü uşakları ve askerleri vardı, aklına ne eserse onu yapacak kudretteydi. Dilediğince adam öldürür, insanların topraklarına haksız yere el koyar, köylülerden ve esnaftan keyfî ve ölçüsüz haraç toplar, salma salar, özgürlük ve hürriyet isteyen yiğitleri zindanlara atar, onlara işkence yapardı. Kimse hoşlanmazdı bu adamdan. Onu sevip sayanlar yalnız büyük tüccarlar, bölgenin ileri gelen soyluları ve mal mülk sahipleriydi. Bunlar, hep birlikte halkın malını talan edip yağmalar, kendi işlerinde çalışmaya zorlardı. Sürekli eğlence ve işret meclisleri toplayıp eğlenir, suyu ve havası güzel yerlerde kendileri için saraylar yaptırır, lakin halkın hangi şartlarda yaşadığıyla hiçbir vakit ilgilenmezlerdi. Köylüyle çiftçiyi sadece bir kez hatırlarlardı, o da halkın sırtındaki vergileri artıracakları vakit.
Hem Hasan Han hem de diğer hanlar ve emirler, kendileri de bir başka büyük hanın kulu durumunda idiler ve ona itaat edip boyun eğerlerdi. Kendisine büyük miktarda vergi ve haraç ödemeleri ve bunu da her yıl artırmayı unutmamaları şartıyla, Büyük Han bu küçük hanları himaye eder ve desteklerdi, bunun karşılığında alttakiler halka her türlü kötülüğü ve baskıyı uygulayabilirlerdi.
Büyük Han’a “Hodkâr” derlerdi. Hodkâr, hanların ve emirlerin en varlıklısı ve en güçlüsüydü. Yüzlerce, binlerce han ve emir, askerî komutan, cellat ve savaşçı onun kapısında ekmek yer, ondan tıpkı bir köpek gibi korkup çekinir, her türlü emrine sorgusuz sualsiz, körü körüne itaat ederlerdi.
Günün birinde, Hasan Han’ın dostlarından Hasan Paşa isminde birisinin ziyaretine geleceği haberi ulaştı. Han, derhâl işret ve eğlence meclisinin hazırlanmasını, Hasan Paşa’nın layıkıyla karşılanmasını emretti.
Hasan Paşa, Hasan Han’ın konağında birkaç gün misafir kaldı, sonra ayrılacağı vakit Hasan Han’a atlarının methini duyduğunu, çok güzel atlara sahip olduğunu bildiğini söyledi.
Hasan Han da böbürlenerek cevap verdi:
“Benimkiler gibi atlara buralarda kimse sahip değildir. Arzu edersen, sana bir çiftini hediye edebilirim.”
Hasan Paşa:
“Tabii, elbette isterim.”
Bunun üzerine, Hasan Han hemen yılkı atlarının bakıcısına (yılkıbaşı) emir verdi, yılkıların otlamaya götürülmemesini, Hasan Paşa’nın sürünün içinden kendisine iki tane at beğeneceğini söyledi.
Yılkıların yaşlı bakıcısı Ali Kişi, yılkı atlarının oldukça iyi hayvanlar olduğunu biliyordu ama hiçbirinin, babası denizatı olan iki tay gibi olmadıklarının da farkındaydı. Bir gün, yılkıları deniz kenarına götürmüş, kendisi de bir köşeye geçip uzanmıştı. Denizden aniden çıkan iki denizatının sürüdeki iki dişi ata yaklaşıp çiftleştiklerini görmüştü. Ali Kişi bu iki kısrağı yakından takip etmiş, günün birinde ikisinin de yavruladığına şahit olmuştu. Ali bu iki ufak tayı çok sever, bunların dünyanın en iyi atları olacaklarını söyler dururdu. İşte Hasan Han, konuğu için bir çift at hediye edeceğini söylediği zaman Ali Kişi’nin aklına bu iki tay geldi, kendi kendine;
“Niye bütün sürüyü otlamaktan geri koyayım, zaten yılkıların içinde bu ikisi gibi iyi at yok!” diye düşündü.
Yılkıları otlamaya gönderdi ve seçtiği iki tayı Han’ın konağının önüne getirdi.
Hasan Paşa sevinç içinde konaktan dışarı çıktı, sürünün içinden kendi atlarını seçecekti. Ama baktı ki ortada sürü falan yok, konağın önünde iki tane ufak ve cılız tay duruyor sadece. Hasan Han’a döndü ve yakındı:
“Hasan Han, bana armağan edeceğin atlar bu ikisi olmalı herhâlde, öyle mi? Bu beygirlerden bende çokça var. Hâlbuki sende iyi atlar olduğunu duymuştum. Sendeki en iyi atlar bunlar ise diğerlerini düşünemiyorum bile!”
Bu sözleri duyunca, Hasan Han’ın kan beynine sıçradı. Bir anda gözleri karardı. Ali Kişi’ye bağırıp çağırmaya başladı:
“Sana atları otlatmaya götürme diye tembihlemedim mi be adam!”
Ali Kişi:
“Han’ım selamette olsun. Siz de bilirsiniz ki ben bu saçlarımı sizin yılkı atlarınızın peşinde ağarttım. At bakımı ve yetiştiriciliğinde ne kadar usta olduğumu da bilirsiniz. Sizin yılkı sürünüzün içinde bu iki attan daha iyisi yoktur.”
Ali Kişi’nin bu cesur sözleri Hasan Han’ı daha da öfkelendirdi, hemen cellada emir verdi:
“Bu küstah adamın gözlerini oyun!”
Ali Kişi ne kadar yalvarıp dil döktüyse de bir faydası olmadı. Cellat hemen koşup Ali Kişi’nin elini kolunu bağladı ve gözlerini oydu. Ali Kişi:
“Han’ım, mademki hayatımdaki en büyük nimeti benden aldın, en azından şu iki tayı bana bağışla.” dedi.
Han’ın öfkesi hâlâ dinmemişti:
“Geberesi beygirlerini de al, hemen defol git buradan!”
Ali Kişi, bu iki tayı ve oğlu Ruşen’i de yanına aldı, kendini dağlara ve çöllere vurdu. İçinde hep intikam fikri vardı. Hem kendisinin intikamı hem de milyonlarca vatandaşının intikamı… Ama intikam vakti gelene kadar şimdi sabırla bekleme vaktiydi.
Günler ve geceler boyu, yanında bir oğlu ve iki tayıyla birlikte dağları, çölleri, sahraları çiğnedi, en sonunda geçit vermez bir dağın başını mesken tuttu kendine. Bu dağbaşına “Çenlibel” derlerdi. Ali Kişi, oğlu Ruşen’in de yardımıyla, bu iki tayı canla başla eğitmeye başladı. Bir süre sonra bu iki tay, gelmiş geçmiş en hızlı ve en iyi iki at hâline gelecekti.
Atların birine “Kırat”, diğerine de “Dorat” ismini verdiler.
Bu iki attan Kırat, öylesine hızlıydı ki üç aylık yolu üç günde katederdi. Bir o kadar da güçlü ve savaşçıydı, savaş meydanında karşısına çıkan bir orduya karşı koyardı. Hem de öylesine vefalı ve sadıktı ki sırtına Köroğlu’ndan başkasını asla bindirmezdi; yalnızca Köroğlu dizginlerini başkasının eline verirse o zaman binilmesine izin verirdi. Köroğlu’ndan biraz uzak kalacak olursa ağlar ve kişner, Köroğlu dönüp de kendisine saz çalıp yiğitlik türküleri söylerse, ancak o vakit sakinleşirdi. Kırat, Köroğlu’nu çok iyi anlardı, aklından ne geçirdiğini gözlerinden ve elleriyle beden hareketlerinden hemen çıkarırdı.
Elbette Dorat da Kırat’tan hiç geri kalmazdı.
Ruşen, babasının planlarından haberdardı ve intikam gününün bir an önce gelmesini canı gönülden iple çekiyordu.
Ali Kişi ölmek üzereyken, yüreği bir derece ferahtı. Çünkü ektiği intikam tohumları yeşerip boy vermeye durmuştu. Kendi intikam planlarının, bir gün gelip de Ruşen tarafından hayata geçirileceğinden emindi. Halkının intikamını da hem hanlardan hem Hodkâr’dan alacaktı.
Ruşen, babasının cenazesini Çenlibel’de toprağa verdi.
Ruşen, kısa süre içinde dokuz yüz doksan dokuz yiğidi, serden geçmiş cengâveri Çenlibel’de toplamayı ve bunlarla hanlara ve onların Büyük Han’ına karşı başkaldırısını başlatabildi. Tüm bu mücadeleler ve savaş dönemi boyunca “Köroğlu” namıyla tanınır oldu. Köroğlu, yani babası kör olan kişi…
Çenlibel, hızlı bir şekilde, zulme ve gadre uğrayanların, özgürlük peşinde koşanların ve intikam arzusuyla yananların sığınağı hâline geldi. Çenlibel’in yiğitleri Hodkâr’a, hanlara ve emirlere ait olan malları ve kervanları yağmalamaya, servetlerine