yakın görünüp tamamıyla başkalarının görmediği hayatı açığa çıkaran öyküler bunlar.
Ahmet Büke’nin belki kusursuz olmayan, ama konuşma diliyle, bazen argoyla alışveriş içinde, zengin bir dili var. Sözgelimi “Haftasına Feriye sır oldu” ya da “Fethi yemin aldı ağzımdan” diye anlatır; “Şap memelerinden öpüverdim. Mis koktu iç pilavı gibi” ya da “İskeleye kadar topukladım. Paslı korkuluklar çıktı karşıma. Ne zamandır açılmayan turnikeler. Hopladım üzerlerinden” diye de. “Alacağım ulan bu kızı. Kaburga dolmasından ziyade midye yapıyor,” tümcesi de, çok yerine ziyade sözcüğündeki inceliği düşünerek okunmalı.
Gelgelelim, pek çok eski yeni yazarımızın bile kullanmaktan erinmediği “diğer” sözcüğünü Ahmet Büke’ nin de, Betül Akdoğan’ın da düşünmeden kullanmaları irkiltici. Yerine “öbür, öteki, beriki” gibi güzel sözcükler varken, o itici diğer sözcüğünün terk edilmesi gerektiğini nasıl anlatmalı! Bir de yanlış ve yersiz edilgin kullanımı var. Örnekse, “… kimseyi tanımadığım bu şehirde tek şansım, denildiği gibi bana ulaşılmasıydı,” ya da “Şu Faruk denilen adam…” tümcelerindeki denilen sözcüğünün doğru biçimi, dendiği ve denen olmalıdır.
Neredeyse gençlikten çıkmak üzereyken ilk kitabını yayımladığı için gençliğinden kuşku duymamamız gereken Ahmet Büke, geçen yılın en önemli birkaç öykü kitabından birinin yazarı, dersem, bir sav öne sürmüş oluyorum elbette, yitirmekten korkmadan…
Betül Akdoğan’ı Ahmet Büke ile karşılaştırmak olanaksız. Sonra Bana Kuş Dediler gencecik bir yazar adayının yazma tutkusunun ürünü. Önemli bir edebiyat kitapları yayıncısı olan Can Yayınları’nın editörlerinin yayımlanmaya değer bir kitapla karşılaştıklarını düşündükleri belli. On sekiz yaşında, gencecik bir yazar, hem de taşrada yaşıyor: Onun için kullanılacak ölçütler, Ahmet Büke’ninki gibi olmaz.
Sonra Bana Kuş Dediler, anlatıcının yazdığı mektuplar içinde süren bir uzun öykü. Hastanede yatan kız çocuğunun mektupları günlük biçiminde yazılmış. Annesiyle ilişkilerini bazen okurla, bazen annesiyle karşılıklı söyleşim içinde yansıtan çocuk, annesini yitirdikten sonra kendi başına ayakta durmaya çalışır. Neredeyse acıklı bir ergenlik öyküsü.
Sonra Bana Kuş Dediler’in sınırlı bir dili var. İzmir Postası’nın Adamları’ndaki, sokak dilinden, argodan, eski sözcüklerden yararlanarak zenginleştirilmiş dilin oluşturduğu büyük sözlüğün kısaltılmış bir biçimi Sonra Bana Kuş Dediler için hazırlanmış. Kısıtlı bir sözlükten yazınsal dil çıkarmak da güçleşmiş. Sanki şiir yaşı hep erken gelir de, öykü ya da romanın düzyazıya dayalı dili olgunluk dönemlerini bekler. Betül Akdoğan’dan on sekiz yaşında yazınsal dil birikimine sahip olması beklenemez belki, ama bu da okunan kitabı değerlendirme ölçütlerini bozar. Sonra Bana Kuş Dediler’in diliyle on sekiz yaşın ilk kitabı yayımlanır da, sonrası gelmez.
Sonra Bana Kuş Dediler’in ilk kitap acemilikleriyle dolu başlangıç bölümlerinden sonra belirgin bir iyileşme başlıyor. Bir on sekiz yaş durumu. Yazınsal bir metni kotarmak için önceden oluşmuş birikimden değil de, ilk kitabın yazılma süreci içinde oluşan birikimden söz ediyoruz.
Sonra Bana Kuş Dediler’de karşıdakilere söylev biçemiyle anlatılanların bir çocuğa mı, bir gence mi, yoksa yaşını almış olgun birine mi ait olduğu anlaşılamıyor. “Hayatın güzel yönünü keşfedebilmek için yaşamayı bilmelisin. Kendini yaşatmalısın. Ben yaşamak için yaşatıyorum. Eğer sen de yaşamak istiyorsan yaşatmayı bilmelisin…” biçiminde süren bu söylev biçeminin getirdiği bir kolaylık var. Söylevin içinden doğallıkla dökülen öğütlerin, aforizmaların bir ergenin ağzından çıktığını düşünmek de zor.
Öykünün sonlarına doğru küçük kız, “Artık rüzgârın sürüklediği yere gitmeyeceğim,” diyor. “Kendi rüzgârımı kendim yaratacağım. Yelkenleri ben ayarlayacağım.” Onsuz yapamadığı annesinin ölümünden sonra kendine yeni bir hayat ararken, okurun metinden çıkardığı küçük kız gibi değil, olgun bir kadın rahatlığında vermeye başlar kararlarını.
Sonra Bana Kuş Dediler, genç yazarının verdiği anlamın gerektirdiğinden çok uzun tutulmuş. Daha kısa, yoğun bir metin, kusurları da azaltabilirdi. İyi bir başlangıç yapma fırsatı kaçırılmışsa, asıl neden sanırım burada ve aceleci olmakta. Betül Akdoğan, yazma kararlılığını sürdürüp bu kusurları yok etmenin yollarını bulduğunda yürüyebileceğini, bulamadığında tökezleyeceğini herkesten önce kendisi görebilir.
Edebiyatımızda Anne İmgesi
Roman sanatımızın çağdaşlık dönemecindeki ilk kilometre taşı olan Aşk-ı Memnu’nun, kişileri ve onların çevresinde oluşturduğu karmaşık ilişkilerle de ilk gerçek Türk romanı olduğunun anlaşılması için yarım yüzyıldan uzun bir zaman geçmesi gerekti. Yüzyılın hemen başında, 1900’de yayımlanan Aşk-ı Memnu, oysa kadınlar ve erkekler arasındaki alışılmamış ilişkileri konu etmiş, Adnan ve Bihter’in çevresinde bulunan öteki kadınlar da ayrı ayrı roman sanatımızın unutulmaz kişilikleri olarak görünmüştü.
Bihter ile Peyker’in annesi Firdevs Hanım da, roman sanatımızda yüceltilmeden çizilmiş ilk gerçek anne kişiliği sayılabilir. Gerçekliğini dönemin özentilerinden alan Firdevs Hanım, evin paraya ve süse düşkün kadını olmanın yanı sıra, önce Peyker’i, üç yıl sonra da Bihter’i doğurmuştu. Gelgelelim, dul kalmanın tadını çıkarıp kızlarını da kendi meraklarının ardında sürüklüyor ve gönül eğlendirirken annelik etmeye pek vakit bulamıyordu. Firdevs Hanım bu umursamazlığıyla sonraki yıllarda yazılmış pek çok romanın yarattığı annelerden bambaşka bir kişilik olarak bugün hâlâ unutulmaz roman kişileri arasından görünüp durur.
Oysa Mai ve Siyah’ın hep sorunlu genci Ahmet Cemil, Bihter’den daha şanslı değildir belki ama her şeyden elini çekip giderken tutunacağı bir annesinin olduğu duygusuyla romanın son sözlerini söyler:
“‘Geliyordum anne!..’ dedi ve hayatta bir ümidi kalmamış bu çocuk, yavaş yavaş, bu siyah geceden, şu kendisini çekip almak isteyen yokluktan ayrılarak, mevcudiyetini daha kuvvetle çeken bu sese uyarak, annesini takip etti…”
Ahmet Cemil’in bu sözlerine indirgenebilecek dünyasından da anlaşılır ki, Edebiyat-ı Cedide ruhu aslında Aşk-ı Memnu’dan çok Mai ve Siyah’ta yaşar. Aşk-ı Memnu’nun kişilerinden bambaşka duygular, iç sarsıntıları içinde, bunalımlı bir genç şair olarak genç ömrünü tüketen Ahmet Cemil, kendini annesinin sevgisine bırakır.
Oysa unutamadığım öyküler arasında adını sık sık andığım, Vüs’at O. Bener’in “Havva” öyküsünde, sevgi nedir bilmeyen bir annenin hasta, evlatlık kızına karşı horgörülü davranışları nasıl da irkilticidir. Yalnızca yiyip yiyemeyeceğini merak ettiği için önüne koyduğu “on baş soğan”ı hasta kızına yedirten; içine tuz koyduğu sigarayı içirten; kendi bir yere gitti mi kızı eve kilitleyen anne, okur da bilir ki sevgisizlikten çok, cehaletten eder bunları. Yoksa aynı anne, Havva’nın iyileşmez hastalığı ilerledikçe gizli gizli niçin ağlasın? Vüs’at O. Bener de öykünün sonunu benzersiz sözlerle getirmiştir. Doktorun ardından hasta kızın yanına diz çöker anne:
“‘Kızım Havva iyi misin evladım?’ dedi. ‘Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?’ Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: ‘Baklava,’ dedi. Sonra da öldü.”
Edebiyatımızda