er Gün Yeniden Başlar
Osman İlhan
1990 yılında İzmir’de doğdu. İlk romanı Mutsuz İnsanlar Sokağı 2018 yılında yayınlandı. Hayat Her Gün Yeniden Başlar, yazarın Hayykitap etiketiyle yayınlanan ilk kitabıdır.
Kadın aldatılandır ama aptal değildir!
“Yalnızdı. Terk edilmişti, mutluydu. Yakındı yaşamın yabani kalbine.”
Kadın baktı aynada kendine. Baktı uzun uzun. Gözlerine baktı. Uçsuz bucaksız derya… Delişmen bir parıltı aradı. Buldu da… Kendini ne kadar da şanslı hissettiğini apaçık belli eden bir tebessüm bıraktı. Aynadan sekip bir süre havada asılı kaldıktan sonra yok oldu.
Kadın yorgundu. “Prensesim” dediği kızının ardından “Aslanım” diye öpüp kokladığı oğlunun dünyaya gelişinin üzerinden henüz birkaç ay geçmişti. Yüzündeki yorgunluğu buna bağladı ve hiç umursamadı. Nasıl olsa toparlardı kendini. Güçlüydü. Güçlü olmak her kadın gibi onun da doğuştan yazgısıydı. Bir de “Minnoşum” dediği dünyalar tatlısı, kendisini her zaman delice seven ve en önemlisi de sadakatinden asla şüphe etmeyeceği eşi belirdi aklında. Bir kadın daha ne isteyebilir ki diye düşündü.
Adam baktı aynada kendine. Baktı uzun uzun. Sigaradan birkaç teli sararmış bıyıklarına baktı. Keyfi kaçtı. Boyatmalıyım diye düşündü. Kaşlarının ortalarında beliren siyah tüylere ilişti gözü. “Temizlik vaktim çoktan gelmiş” dedi. Tıraşını olup losyonunu yüzüne boşalttı. Son bir kez yüz kıvrımlarının tüm detaylarını bir çırpıda inceledi ve artık karısını aldatmaya hazırdı.
Kadın tekrar baktı aynaya. Islak, kısa ve sevgisiz bir bakıştı bu. İçinde neşe kalmamış, solup giden terütaze baharın bozuk hasatı yüzünde belirdi. Kendini ardiyeye atılmış tuhaf bir eşya gibi hissetti. Kurumuş yarı aralık ağzından “Neden” diye mırıldandı.
“Neden, neden, neden bana bunu yaptın?”
Ayrılmak kelimesini düşünmesiyle yüreğine paslı bir hançerin batışını hissetti. Bu evlilik artık içinde bir yaraydı. Tatlı tatlı kaşınan bir yara. Kaşırsa kanayacak bir yara… Evlatlarını düşündü. Buna gözlerinden düşen birkaç damla yaş eşlik etti. Onları nasıl babasız bırakırım diye kızdı kendi kendine. Çünkü bilirdi babasızlığı, yetimliği. Bir de kocasını hâlâ seviyor oluşu da vardı tabi. Kalan gözyaşlarını akıttı yüreğine, kanayan yarasını sardı. Kendine yolladığı güçlü bir bakışın ardından adamı affetti.
Affetti, affetti ve sonra yine affetti…
Adam baktı aynaya. Kısa bir bakıştı bu defa. Kendinden emin, karısının ondan asla vazgeçemeyeceğinden daha da emin bir bakış. Bu defa takılmadı yüzündeki detaylara. Nasılsa sevgilisi artık onu her haliyle kabul ediyordu. Alıyordu onu başka kadınların, kocalarını baştan çıkartmak için yaratılmış körpe memelerinin arasına.
Kadın ve Adam birlikte baktılar aynada kendilerine. Adam tövbelerden, aslalardan, seni seviyorumlardan, Allah rızası içinlerden, kendimi öldürürümlerden, bari çocuklarımızı düşünlerden, son bir şans lütfenlerden oluşan kallavi cümleler sarf etti, her hecesinde karısının onu bağışlayacağından emin bir edayla. Kadın ise bir kere ahdetti, azimliydi, kararlıydı. Yüzünde saklamaya merak duymadığı bir nefret edasıyla “Artık bitti” dedi. Bu “artık” kelimesi kırk darağacından daha ağır çekti yüreğini. Ama artık bitmişti. Bu onların aynı aynaya birlikte son bakışlarıydı. Ve artık başka aynalardaki yansımalardan ibarettiler.
Kadın, yapılan her hatanın ardından kollarını açar ve seni kucaklar. Sen de tutunursun onlara. Sabrını uçsuz bucaksız derya, aldatmalarını da o deryada damla zannedersin. Oysa o kolların hep açık olacağını düşünmek, sana olan sevgisini zaaf görmek ne büyük gaflet. Gün gelir o kol bir kapanır, açmak için koparman gerekir. Ve kol koparsa tutunacak bir şeyin kalmamış demektir.
Demem o ki:
Karşındaki kadını üzdüğünde her defasında senin bir gülüşüne kanıyorsa, bu onun aptal olduğundan değil, aşka olan inancındandır.
“
Hesaplarla yaşayanlar hep borçlu kalırlar. Kimseye olmasa bile, içlerinden geldiğince yaşayamadıkları için kendilerine…
Belki buralarda bir yerlerde nefesin kalmıştır
“İnsan sonunda yine kendini yaşar.”
Zaman bana şunu öğretti; insan unuttuğu her anısının katilidir. Özünde tüm cinayetlerin ortak özelliği olan kurtulma içgüdüsü taşır. Ama her ne kadar onu takip eden anılarını öldürmüş, bin bir parçaya bölüp yerin yedi kat altına gömmüş olsa da bazen olay mahallinde bulur kendini. Kaçamaz kurtulduklarından, yakalanır ekseriyetle.
Mesela özlemlerimiz de buna dahil. Gidenin bize bıraktığı yük ağır geldiğinde eski bir anının içerisine girip hafiflemek isteriz. Montaj misali.
Bugün omuzlarımda bir ağrı, sırtımda kambur ile uyandım. Hasretin yer çekiminin varlığını bağıra çağıra ispatlama çabasındaydı sanki. Her nefeste yokluğun daha da ağırlaştı, ağırlaştı ve ağırlaştı. Sonunda kaldıramadım sensizliği.
Kendimi nasıl dışarı attım bilmiyorum. Sırf bir zamanlar gölgen vurduğu için seninle el ele dolaştığımız kaldırımlarda ayaklarımı yerlere süre süre yürüdüm. Tanımadılar beni. Ya da tanımamazlıktan geldiler. Oysa tanısalardı her adımda yüreğime döşerler miydi kaldırım taşlarını?
Döşediler. Güzel döşediler…
Yürüdüm bir süre; adımlarım ağır, bakışlarım arayışlı, zihnim ise gebermekteydi. Bir şarkı duydum kafenin önünden geçerken. Yabancısı olduğum bir lisanın en hüzünlü melodilerini barındırıyordu sanki içinde. İsmini söyleyince hemen hatırlayacaksın; Mohsen Namjoo- Zolf. Hani soğuk bir kış gecesinde son paramızla aldığımız şarabı şu soğuk merdivenlerin üzerinde içerken defalarca dinlediğimiz şarkı. Gerçi merdivene soğuk dediysem hükmü sen elimi tutana kadardı ya, neyse…
Merdiven hâlâ yerinde, üstü yine soğuk, şarap alacak param da var ama sen, artık sen yoksun.
Sonra buralarda bir yerlerde nefesin kalmıştır umuduyla ciğerlerimin hacminden fazla havayı içime çektim. Bırakmadım bir süre, bırakamadım. İçimde kalsın, gitmesin istedim. O an ölmek, son nefesimi seninle vermek istedim. Ama olmadı. Gerçek, keskin hançerini ciğerlerime batırdıktan sonra bir tur çevirdi içimde. Ve ben seni, anılarımızı unutma vaktinin çoktan geldiğini yüreğimin yanmasıyla anladım.
.
Sonra mı?
Sokağın çıkışına kadar bana eşlik eden tek şey, dudağımın kenarındaki sigaramdı…
Gitmek isteyenler oldu benden. Asla kal demedim…
Bu hayatta ne zaman canımız yansa, neşesi çekilse ruhumuzun, geceler daha uzun sürse, gündüzlerse daha soğuk geçmeye başlasa, kimsesiz mezar yalnızlığında sussak, konuştuğumuz zamanlarda ise manalı olmayan sözlerle havayı dövsek, ağlasak, hatta delinse göğümüz ve yağsak kurumuş bedenimize bize hep şu denecektir hatta belki de zaman zaman denmiştir;
“Boş ver!”
Biz onların bu boş ver temennilerini hep reddettik; özünde samimiyet bulundurmayan tüm söylevlerde olduğu gibi. Gamsızlıktı onların boş veri. Yaşanılanları reddediş, unutuştu. Anıları sahipsiz bırakmaktı, bir piç gibi…
Oysa samimi dudaklardan çıkınca söylemesi ne güzel kelimedir boş ver. Bir çırpıda dökülür dilinden, tadı kalır insanın damağında. Buram buram mavilik kokar. Doğmamış günün şafağı canlanır gözlerinde. Kulaklarda Livaneli türküsünü çağrıştırır “Bu gitmeler gitmek değil” makamından.
Ben de zamanla öğrendim acıları, kanayan yaraları kurcalamanın sadece ruhu kanırttığını. Başkalarının hayatına girmeyi, her hayatın