an sonra, branş öğretmeni olarak yurdun çeşitli yerlerinde çalıştı..
Emekli oldu. Datça’da yaşıyor.
Yaşadıkça, insanın en iyi yapabildiği şey neyse ona meylettiğini, kendisinin en iyi yapabildiği şeyin ise hakikati ve hakikatini bilmeye “çabalamak” olduğunu anladı.
Diğer yayınevlerinden Şiir Sanatı, Estetik ve Hakikatin Peşinde adlı kitapları yayımlandı.
e-mail: [email protected]
Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Kalbin Aşk Vakti, Ekim 2019
Varlık Kokusu, Ocak 2015
önsöz
Bu sözleri yazıya dökmeye gerek var mıydı…
Bu soruyu ‘yazanın’, açıkça yanıtlayamayacağı bir hal vardır. O hal içindeyken, yazmak ya da yazmamak bir sorgu konusu olmaktan uzaklaşır. Yazıyor olmanın, yazmıyor olmayla ‘denklik’ kurabildiği ‘saf’ bir yazma halidir bu. Böyle bir hal içine girdikçe ara ara yazılıp biriktirilen bu sözler ne birilerini etkilemek, ne bir varlık göstermek, ne de mistik bir tatmine ulaşmak için yazıldı. Bu sözler, kendini hasbel kader ‘manevî yolculuğa’ çıkaran bir insanın, içinde yitikleştiği ruhunun ‘kimsesiz sessizliğinde’ birer yankı gibi vücut buldu.
Bir bakıma da, tıpkı ucu bucağı olmayan bir ormanda kaybolmamak için yol işaretlemesi yapmak gibi bir şeydi bu sözleri yazmak. Sanki yazarın kendini aydınlatıp ferahlığa, bir ‘meydana’ çıkarması yüzünden yazıldılar.
Söz konusu ‘manevî yolculuk’ özünde öyle soyut, öyle bir başına yapılan bir yolculuk ki, içine düşülen yalnızlığın ve hiçliğin sarmalında, düşünen, söz söyleyen, yazan biri olarak da ‘yolcu’nun kendini ‘çoğaltmaya’, bu sözleri bir ‘başkasına söyler’ gibi ‘kendine söylemeye’ hakkı vardı. İşte bu hakkın kullanılmasının bir karşılığı olarak da görebilirsiniz bu sözleri, bu kitabı.
Şu da var, yazar, ‘yolculuğu’ esnasında giyinip kuşandığı ‘manevî bilincin’ içinde mayalanarak oluşan ‘manaları’ en doğru, en dürüst ve tabii en ‘yakın’ biri olarak yazarken, ortaya çıkan bu sözleri, ‘hakikati’ işaret etme içeriklerine göre hayat, aşk, yol, iman, özgürlük, acı, birlik bilinci gibi başlıklar altında toplamayı uygun gördü.
Yukarda belirtildiği üzere, bu sözler yazarı aydınlatıp ferahlığa eriştirdiği için yazıldı. Zaten bir kitap yazarını aydınlatmıyorsa başkasını nasıl aydınlatabilir ki.
Bu anlamda şunu vurgulamak gerekir, yazarın ruhuyla okurun ruhu kesişir ve bu kesişmeden aydınlatıcı birkaç kıvılcım çakarsa, ‘hesaplanmamış’ ama ‘umulmuş’ olan, bu kitapla gerçekleşmiş olacaktır.
hayat
Ufak tefek şey yok, hayat var.
Zafer olduğu en sonunda anlaşılan bir yenilgi gibi yaşanmalıdır hayat.
Bir insanın gençlik dönemi dünyayı tanımak için, orta yaş dönemi kendini tanımak için, yaşlılık dönemi Allah’ı tanımak içindir.
Çocukluksa bir ikramdır.
Size hayat boş ve anlamsız geliyorsa, nedenlerini hayatla olan ilişkinizde değil, Allah’la olan ilişkinizde arayın.
Hiç kimse, bir ‘hiç’ gibi yaşama duygusunu içselleştirmeden, bir ‘suç’ gibi yaşama duygusundan yakayı sıyıramaz.
Başkalarıyla yaşamayı öğrenebiliyor da, kendisiyle yaşamayı bir türlü öğrenemiyor insan çünkü ilkinde hayatı tanımak, ikincisinde Allah’ı tanımak elzemdir.
Hayatı sürdürmekte çekilen zorluktadır Allah.
Sevgilinin tadını çıkarırkenki utangaçlıktadır Allah.
İçinde kendini her şey gibi hissettiren hiçliktedir Allah.
Kederle sevincin iç içe geçişinden doğan muğlaklıktadır Allah.
Bir sevgilinin kendini adayışındadır Allah.
Oynayan çocuğun yitikliğindedir Allah.
Bir müziğin sessizliğinde, bir şiirin söylemediklerindedir Allah.
Bir âşığın bakışlarının dalıp gittiği uzak boşluktadır Allah.
Hayatı, bu dünyayı, ‘ben’ine sunulmuş bir nesne olarak görüp durmadan çıkarların doğrultusunda kullanmaya kalkarsan, Allah’ın seni kendinle tasarruf etme ‘ahengini’ fena halde bozarsın. Gerçi Allah gene seni senle tasarruf edecektir ama ruhun ‘hakikatine’, gönlün ‘sevmeye’, kalbin ‘anlamaya’ yabancılaşacaktır.
Dünya insanın yaşam ortamı, insan Tanrı’nın ‘yaşam’ ortamıdır. Neden içimizi dışımızı temiz tutup güzelliklerle süslememiz gerektiğini bundan anlayabiliriz.
Her sabah, hayata değil Allah’a uyanan bir kalple uyanın.
Bütün rüyaların arka planındaki ortak işlev, uyandığımız hayata ‘gerçeklik sanısı’ kazandırmasıdır.
Hayatı anlamsızlaştırıp çekilmez kılan şey, onu salt insanlar arasında bir ‘alışveriş’ olarak görüp ona göre değer biçmektir. Oysa hayat, hakikatte insanla insan arasında değil, Allah’la insan arasında ‘cereyan’ eder ve ancak bu batınî hakikatin idrakinde olanlar başkasına, kendine ve hayata doğru değeri biçebilir.
Yaşamaya duyulan bitmez tükenmez açlık, ne kadar uzun yaşansa giderilemez. Fakat ancak başka bir açlıkla, ‘Allah açlığı’ ile giderilir.
Hayata değil, Allah’a duyulan açlıkla yaşamalıdır.
Yalan dünyaya gönül veren
İnciyi boncuk eden imiş
Yiyip içip koçmağa gelen
Âdem değil hayvandan imiş.
Yatışmak bilmeyen yaşama ‘iştahı’ mide bulandırıcıdır.
Umutsuzluk, gönlün hayata dair şeylere bağlanmasını kolaylaştıran, ama Allah’a bağlanmasını ‘doğallaştıran’ bir şeydir.
Umutsuzluk, ruhun Allah’a ihtiyaç duymasıdır ve bu ihtiyaç umutla değil, ancak Allah’la giderilebilir.
Mutluluk ya da mutsuzluğu dışsal olaylara ve koşullara bağlı olarak yaşanan duygusal tecrübeler olmaktan ziyade, içimizdeki hakikatle kurduğumuz ilişkinin sonucunda yaşanacak haller olarak görmeyi, mutluluk anlayışının ilkesi yapabilmelidir insan.
Mucize beklentisi açıktan açığa ya da gizli gizli hangimizde yoktur ki. Bir gün bir şey olacak ve her şey olağanüstü değişecektir.
Bu mucize hiçbir zaman gerçekleşmez.
Çünkü mucize, tam da içinde bulunduğumuz, sıkıldığımız hayatın ta kendisidir ve mucize beklentisi, mucizeyi görmemizi engeller.
İnsandaki bu mucize beklentisi ve özlemi, balığın ıslanmaya özlem duymasına benzer.
Hayatın içinde kendimizi neşeye, kedere, ferahlığa, kaygıya bırakmakta bir sakınca yoktur. Sakınca, yaşadıklarımızı yaşarken Allah’ı bırakmamızdadır.
İnsana en sistematik ve sinsi eziyeti alıştığı şeyler yapar. Öyle ki, kurtulduğunda, o âna dek bunlara nasıl katlanabildiğine şaşar kalır insan. Aynı şekilde, insan Allah’la olmaya başladığında önceki hayatına nasıl katlanmış olduğuna da şaşar kalır.
Alıştığınız hayatın dışına çıkın ki, asıl hayatınızla