Mehmet Rauf

BİR AŞKIN TARİHİ


Скачать книгу

1874 yılında İstanbul’da doğdu ve 1931 yılında yine İstanbul’da öldü. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Balat’taki mahalle mektebiyle, Soğuk-çeşme Askeri Rüştiyesinde tamamladı. Bahriye mektebini bitirdikten sonra deniz subayı oldu. 1894’te staj için Girit’e, 1895’te Kiel Kanalı’nın açılış töreni için Almanya’ya gönderildi. Trabya’da elçilik gemilerinin irtibat subaylığına atandı. 1908’den sonra bahriyeden ayrılarak sadece yazarlık yaptı.

      1908-1909 yılları arasında Mehasin, 1923-1924 yılları arasında da Süs isminde iki kadın dergisi yayımladı. Bir süre ticaretle uğraştı. İlk öyküsünü on altı yaşında yazdı. Düşmüş isimli bu öykü, Halit Ziya Uşaklıgil’in İzmir’de çıkardığı Hizmet gazetesinde yayımlandı. Mektep ve Servet-i Fünun dergilerindeki yazılarıyla tanındı. Halit Ziya Uşaklıgil’den sonra Servet-i Fünun romanının ikinci önemli ismi olarak edebiyat tarihimizdeki yerini aldı. Yazı hayatının çeşitli dönemlerinde Rauf Vicdani, Besim Rauf, Cemil, Jüpon, Ali Necdet, Mehmet Nazif gibi müstear isimler kullandı.

      Asıl ününü Servet-i Fünun’da tefrika edilen Eylül adlı romanıyla yaptı. 1946’da basılan bu roman, Türk edebiyatındaki ilk psikolojik romandır. Eylül’ den sonraki en güçlü romanı, Karanfil ve Yasemin’dir. Ancak oldukça başarılı bir roman olmasına rağmen hak ettiği değeri bulamamıştır.

      Mehmet Rauf, macera romanlarına özenerek Denaet veya Gaskonya Korsanları adlı uzun bir hikâye kaleme almış, ancak bu eseri de yayımlanmamıştır. Bunun yanında Define ve Kan Damlası adlı iki polisiye eser yazmış ve geleneksel polisiye romanın tüm özelliklerini kullanarak polisiye eserde de oldukça başarılı olmuştur.

      BİR AŞKIN TARİHİ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

      Mehmet Rauf, bir aşk romancısıdır. Saf veya ihtiraslı aşkların çalkantılarına dair diğer eserleri de Eylül romanı kadar başarılıdır.

      Mehmet Rauf’u Servet-i Fünun’un diğer yazarlarından ayıran en önemli unsur, dil ve anlatımdaki sadeliktir. Bir Aşkın Tarihi’nde de duru ve rahat anlaşılır bir dil kullanmıştır. Bu eserinde insan ruhunun derinliklerinde gezinmemiş, çevreyi hareketli ve canlı tasvirlerle anlatmamıştır, buna rağmen aşk acısının insanın ruhunda ortaya çıkardığı ıstırabı okuruna geçirmeyi başarmıştır.

      Hayal kırıklığının, aldatılmışlığın, ümitsizliğin uzun öyküsüdür, Bir Aşkın Tarihi. Bunun yanında o döneme ait İstanbul yaşantısı, gençlerin davranış biçimleri ve Büyükada hakkında okura ipuçları vermiştir.

      Eserin dil içi çevirisi sırasında, dilinin sadeliğinden dolayı hem eski yazıdan okumak hem de düzenlemesini yapmak zor olmadı. Anlaşılırlığı ve okumanın akıcılığını sağlayabilmek için noktalama işaretlerini bugünkü kurallara göre yerleştirdim. Osmanlıca bir sözcüğün günümüz Türkçesinde yer alan karşılığını kullanırken söz diziminde ortaya çıkan anlam karmaşasını gidermek için bazı cümlelerde bağlaçlardan yararlandım. Bir sözcüğün değişmesi gerektiğinde bunun nedenini dip notta belirttim. Birkaç cümlede yer alan ve bugün anlatım bozukluğu olarak kabul edilen söz grubunu – örneğin, “Birçok kadınlar” – bugünün kurallarına uygun olarak yazdım.

      Sonuç olarak, okurun bir edebi metin okuduğunu unutmamasını, bunun yanında da kolayca okumasını sağlamaya çalıştım; çünkü Mehmet Rauf’un eserlerinin yayımlanmasının ve okutulmasının Türk Edebiyatı için büyük bir kazanç olacağı inancındayım.

Özlem Gündoğdu

      BİR AŞKIN TARİHİ

      Onu bütün bir kış görmemiştim. Önceden haftada, olmasa da on beş günde, en çok ayda bir mutlaka bana gelirdi ve diğer bütün eğlenceleri boş verip yalnız konuşarak, yalnız dertleşerek gece sabaha kadar uyumayarak vakit geçirirdik. Gayet hoş sohbet, gayet temiz kalpli biri olmasının yanında her şey hakkında derin fikirleri vardı. Böylece oluşan dostluk, birbirimize kırılmayarak geçen on beş seneyle kutsanmıştı. O kadar ki onu görmeden geçen günler çoğaldıkça bu ihtiyaç; dostumu bulup fikir ve hislerim hakkında onunla konuşma ihtiyacı beni rahatsız ediyordu.

      Bu sefer, bütün bir kış son derece meşgul olduğumdan, bir de evde hastalık olunca bu durum onu aramaktan beni alıkoymuştu; fakat kış geçip de gökyüzü bahar rengiyle gülmeye, doğa, güneşin okşayışıyla canlanmaya başladığı zaman onu mutlaka görmeye karar verdim. Bu kararı nihayet, mayısın ilk haftası, bir cuma günü yerine getirebildim ve bir sabah vapura atlayarak ona gittim.

      Vapurdan indiğim sırada iskele, alışılageldiği üzere kalabalıktı. Gazino, bu sene çok erken oraya akın eden1 halkla hemen hemen dolu görünüyordu. Şöyle bir göz gezdirip bildik bir yüz arayarak geçerken onunla buluştuğumuz zamanlarda bize genellikle eşlik eden Nuri Bey adındaki genci gördüm. O da beni görmüştü, ayağa kalkarak işaret etti. Yanına yaklaştım. Bana elini uzatarak “Macit için geldin, değil mi?” dedi.

      Onu onaylarcasına başımı salladığımı görünce: “Fakat o, kayıplara karıştı a kardeş! Bir yere kapanmış, ibadetle vakit geçiriyor… Macit’in bütün kış sokağa çıktığını kimse görmedi. Onu görmek için gidenlerse, şayet kabul edilmeyi başarırlarsa o eski şen ve konuşkan Macit yerine, yalnızlık ve sessizliğinde küflenmiş bir derviş buluyor.”

      Ben: “Öyleyse ben de Macit’i değil, ibadet eden o dervişi görmeye gelmişim,” dedim.

      “Biraz oturalım da sonra gideriz,” diye teklif etti, ben ısrar ettim. Yalnız bırakmayarak bana eşlik etti. Beraber yürüdük. Demek ki Macit, yalnız beni değil, herkesi ihmal etmiş, âdeta hayattan kaçmıştı. Bunun gayet önemli bir sebebi olmalıydı. Nuri Bey yürürken anlatıyordu.

      “Bu kadar değişmesi hayret edilesi bir durum. İnsanlardan sanki nefret etmiş, kimseyi görmek istemiyor, onu görmek için evine gidenleri eğer kabul ederse derin bir suskunlukla karşılıyor. Önceden de hayattan ve insanlardan memnun değildi. Kötümser biri olduğu için insanlardan kaçardı; fakat hiç olmazsa önceden, mutsuzluğunu ve insanlardan nefretini pek güzel, pek hoş tasvirlerle, delillerle, hikâyelerle anlatır; yaşadığına dair bir kanıt ortaya koyardı. Şimdiyse hayattan nefret etmiş, artık yaşamamaya karar vermiş gibi bir şey… Önce de herkesin hayattan aldığı neşeden mahrumdu, şimdi artık hayatı da yok… Yalnız neşeyi değil, hayatı da reddetmiş.”

      Bu duruma dair bir sebebinin olup olmadığını sordum. “Sebebi mi? Kim bilir? Zaten Macit’in ne kadar sır küpü olduğunu bilmez misin? Önceki sene o kadar soruşturmamıza, o kadar araştırmamıza rağmen bizden gizli koca bir aşk yaşadığını unuttun mu?”

      Ben, tekrar gülümsedim. “Sakın yine bir aşk filan!”

      Durdu, bana dönerek: “İşte bu oldukça harika bir yalan olurdu… Bir aşk, insanı beş-on gün eğlendirir. Haydi en çok, en çok bir ay, bir buçuk ay da kederlendirip ümitsiz bırakacağını farz edelim; fakat hiç altı-yedi ay bir adamı meşgul edecek aşk olur mu? Aşk; başlangıcı, artış dönemi, iyileşme dönemiyle hepsi dâhil, en çok iki ay süren bir hastalıktır…”

      “Ey, daha vahimleri, şiddetlileri de olmaz mı?”

      “Haydi kabul edelim; fakat o da kolera ya da menenjit gibi bir şeydir; ya öldürür ya da defolur gider…”

      “Fakat bazen menenjitten sakat kalan, enkaz halinde kurtulanlar da var ya…”

      Bu sırada Macit’in evine gelmiştik. Güldü ve parmaklığın kenarındaki zili çekerken:

      “Aman, aman… Allah Macit’i böylesinden korusun!” dedi.

      Macit, babasından kalan büyük serveti israf etmeyip iyi idare etmişti. Memleketimizde nadir olan bir örnek üzerine, kalan servetin geliriyle yaşıyordu. Evinde bir Rum hizmetçisi vardı. Bu hizmetçi, hem yemeğini hazırlıyor hem de evin idaresine bakıyordu. Kapıyı bu kadın açtı. Bizi görünce önce hayret, sonra tereddüt etti. Daha sonra zorunlu bir tavırla: “Şey, efendim, beyefendi yoktur, dışarı çıktı…” dedi.

      Ben, Nuri Bey’in yüzüne baktım. Hiçbir yere çıkmadığını iddia ederken şimdi bu hâl pek garipti. Nuri Bey ise bana cevap vermek için: “Olabilir ya… Demek ki bahar, onda da hayatın yeşermesine sebep olmuş olacak,” diye söylendi.

      Hizmetçiye