olan ve kendisi gibi Kastamonu’nun Araç ilçesinden iki yüzyıl önce göç etmiş bir ailenin işlettiği Ali Muhittin Hacı Bekir’de uzun yıllar evvel, önce çırak sonra usta olarak çalışmış. Yıllar içinde edindiği tecrübelerle kendi dükkânını açma vaktinin geldiğini düşünmüş. Dükkânında kuru ve yaş pastalar, muhallebi, çikolata, çay ve kahvenin yanı sıra kahvaltı hizmeti de veriliyormuş.
Şehirler insanlara benzer derler. Nasıl ki insanlar zamanla değişiyorsa şehirler de değişir. Bebekliğinde, çocukluğunda, gençliğinde, orta yaş hallerinde ve yaşlılığında hem fiziksel görüntüsü değişir hem de düşünceleri ve yaşantısı. Sevilen insanların etrafı nasıl yavaş yavaş kalabalıklaşırsa, sevilen şehirlerin de nüfusu öyle kalabalıklaşır. İşte 1957 yılındaki İstanbul’un görüntüsü de şimdi bildiğimizden çok farklıydı. Bugün Sultanahmet Meydanı’nın etrafını dolduran kalabalık turist kafileleri yoktu henüz. Bir zaman yolculuğuna çıkıp o günlere dönebilsek hepimizi şaşırtacak kadar başka bir yaşantısı, başka bir görüntüsü ve başka bir ruhu olduğunu görürdük. Bugünkü otellerin, restoranların, kafelerin, hediyelik eşya satan dükkânların, döviz bürolarının, büfelerin hiçbiri o zamanlar yoktu. İstanbul’un o dönem için bilindik sıradan mahallelerinden biriydi burası da. Etrafta semt sakinlerinin yaşadığı iki veya üç katlı ahşap ya da kâgir evler, fırınlar, lokantalar ve pastaneler vardı. Şehir kalabalık nüfusunun ağırlığı altında boğulmuyor; yoğun ve sıkışık trafiğin gürültüsünden ise henüz çok uzaktı. Havanın başka türlü koklandığı, telaşsız akan zamanın daha dingin yaşandığı, her şeyin daha yavaş tüketildiği zamanlardı. Böylesi bir yaşantı içinde dünya daha küçük bir yerdi. Her olay hemen duyulur, haberler kulaktan kulağa hemen yayılır ve küçük meseleler bile daha duyarlı karşılanırdı.
Güzel, sade ve huzurlu günlerdi. Kentlerimiz bozulmamış, denizlerimiz ve sahillerimiz kirlenmemiş, ormanlarımız beton yığınları tarafından işgal edilmemişti. Dar, uzun ve yer yer Arnavut kaldırımlı sokaklarda bahçeli evlerin çokça görüldüğü bir dönemdi. İstanbul’un her yanı çay bahçeleri, kır ve kıyı kahvehaneleriyle çevriliydi. Henüz yüksek binaların ya da otellerin işgaline uğramamış deniz kokusuyla dolu kıyılar, yeşilin her tonuyla süslü çamlıklar ve parklar insanlarla dolup taşardı. Bu seyrine doyum olmaz manzaraların sakinleri bir araya geldiklerinde uzun sohbetler edilirdi. Arkadaşlıklar ve dostluklar en değerli şeylerdi. Bir de kapı önü sohbetleri vardı. Tahta sandalyelerde edilen bu sohbetlerin keyfi ve eğlencesi başkaydı. Televizyon ve internet yoktu, fakat sinemalar ve tiyatrolar dolup taşardı. Bir de çok sevilen yaz eğlencesi bahçe sinemaları vardı. Memur masasında, esnaf dükkânında, işçi işinin başında, köylü tarlasındaydı. Ülkenin geleceğine güvenen, gösterişsiz, görgülü, bilgili bir halkımız ve gençliğimiz vardı. Bilgiye ulaşmanın kolay olmadığı, belki de bu yüzden değerli olduğu, sanata kıymet verildiği hatta hayran olunduğu, öğrencilerin kütüphanelerde ve sahaflarda daha çok vakit geçirdiği, okudukları kitapları birbirleriyle tanıştırdığı ve tartıştığı zamanlardı. O yılların genç kadınları giyim zevkleri, yaşam biçimleri ve düşünceleriyle özgürlüğün öncüsü sayıldılar dünyada.
Fakat nasıl ki insanlar değişiyorsa, şehirler, ülkeler ve dünya da değişiyordu. Tüm dünya gibi Türkiye de o günlerin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel koşullarındaki bu değişimin beraberinde getirdiği toplumsal olaylara sahne oluyordu.
“Özgürlüğünüzde ısrar ediyorum.”
Beat Kuşağı
Yolda olmayı hepimiz severiz. “Seyahat etmek özgürlüktür,” deriz hep. Yaşanan bunalımlardan bir nevi kaçıştır bu bizler için. Düşüncelerimizi toparlama ve kendine gelme halidir. Özgürleşme, sizi bağlayan zincirlerden kurtulma ve içimizde yaşam coşkusunu uyandıran, adı konulamayan pek çok şeyin ortaya çıkışıdır. Yeni deneyimler yaşamak, yeni yüzler ve sesler tanımak isteriz. Güvenli alanlarımızdan çıkıp daha öncesinde hiç bilmediğimiz yerlerde kaybolmak ve maceralar yaşamak isteriz. Çünkü bu, kalbimizin yeniden attığını hissetme halidir. Bu, yaşadığımızı hissetme halidir. Bu bazen popüler bir akımın neticesinde bazen bir isyan halinde bazen de tutunamayacak kadar bitkin düştüğümüzde gelir aklımıza. Fakat netice bellidir. Yola çıkılacak ve o eşsiz deneyim yaşanacaktır artık.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nı biraz yakın tarih bilen herkes hatırlayacaktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası ABD’de başlayan ve daha sonra tüm dünyaya yayılan bunalım, tarihteki en kara olaylardan biri olarak kabul edilir. Yaşanan bu büyük buhran, insanlar üzerinde derin izler bırakmış ve aynı zamanda bazı zincirleri kıracak bir etki yaratmıştı. Bu dönemde demiryolu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra yeni işler bulmak amacıyla kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı bir uçtan diğer uca dolaşmaya başladılar. 29 Bunalımı’nın getirdiği ekonomik küçülmeden ötürü, o dönemde ancak karın tokluğuna, geçici çiftlik işleri bulunabiliyordu. Hayatta kalmak için sürekli eyalet değiştirerek farklı hasat dönemlerine yetişmek gerekliydi. Bu mevsimlik işçiler, yollarda geçen maceraları ve öyküleriyle Beat Kuşağı’nın esin kaynağı oldular.
1940’larda New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir edebi toplulukta tanışan Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William Burroughs başta olmak üzere bir grup öğrenci, Büyük Bunalım sonrası demiryolu işçilerinin yaptıklarından ilham alarak kendilerini yollara vurmuşlardı. Bu gençler otostopla Amerika’yı bir uçtan diğer uca dolaşmaya başladılar. Gittikleri her yerde yeni insanlarla tanıştılar ve böylelikle sisteme, geleneğe, alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco’da toplandılar. 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca başta edebiyat olmak üzere pek çok sanat dalına etki eden; yeni ve özgürlükçü bir akım yaratan; bu tutkulu, varoluşçu, deneysel ve doğaçlama akımı oluşturan kuşak sonradan tüm dünya tarafından “Beat Kuşağı” olarak tanınacaktı.
Şiirden romana, müzikten sinemaya kadar pek çok alanda etkisini uzun yıllar sürdürecek ve çok konuşulacak olan bu kuşağın ilk isim önerisini Jack Kerouac 1948 yılında yapmıştı. Fakat kuşağın halkla tanışması, John Clellon Holmes’un “This is the Beat Generation” (Bu, Beat Kuşağı) başlıklı makalesinin 1952 yılında New York Times Magazine’de yayımlanmasına kadar gerçekleşmedi. Esasında bu kuşak, kendinden önce gerçekleşmiş ve art arda gelen olayların gençlik üzerinde oluşturduğu etkinin sonucunda doğmuştu. Bu kuşağın ortaya çıkışı, Birinci Dünya Savaşı ve Büyük Buhran sonrasında İkinci Dünya Savaşı’na girilmesinin ardından dünyadaki acı ve mutsuzluğa rağmen konformist bir yaşam tarzını benimseyenlere karşı bir tepkiydi. Bir şeyler yapılması ve artık bazı şeylerin değişmesi gerekiyordu. İnsanların kaçmaya çalıştıkları gerçeklerin ayna gibi yüzlerine tutulması ve aynı acıların yaşanmaması için artık insan doğasının değişmesi gerektiğine inanıyordu bu gençler. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsanız, önce kendinizi ve düşüncelerinizi değiştirmeliydiniz ve düşüncelerinizi değiştirmek için de yolculuğa çıkmalıydınız.
“Yol ve Yolculuk”, Beat Kuşağı için artık önemli bir anlam kazanmıştı ve sonu gelmeyen bir arayışın simgesi haline gelmişti. Bu coşku dolu arayışın içinde anlamı bulma düşüncesiyle doğan Beat felsefesinde amaç; gidilecek hedefe varmak değil, aradıkları anlamı o yolculukta bulabilmekti. Zaten bu, bütün yolculuklar için geçerli değil midir? Bugün hepimiz seyahat ederken gideceğimiz noktaya odaklanırız ama aslında bize deneyim ve bilgi kazandıran yolculuğun