BÖLÜM
Japon Sanatının Psikolojik, Maddi ve Tarihsel Kökeni
Herhangi bir ulusun sanatına yönelik bir araştırma, insanın kanının durumunu anlamak için nabzını ölçmekten farksızdır. Sanat akımlarını izleyerek sanatın insan varoluşunun sıradan gerekliliklerini gizlemekte nasıl başarılı olduğunu, bir ulusun idealini ne kadar yükselttiğini ve genel veya özel hareketlerinin bütünlüğünü veya kusurlarını öğreniriz. Michelangelo haklı olarak güzel sanatların amacının “zekâmızı yeryüzünden göğe yükseltmek” olduğunu söylemiştir. Diğer yandan avam veya değersiz sanatın, kısacası idealizmini iğrenç materyalizmler ve çeşitli uçarılıklar üzerine kuran şeylerin, aşındıran sensüalizm ve sonuçlarla zihni çökerterek kötülüğe yol açtığı doğrudur. Hollanda sanatı maddidir ancak kalitesiz olması gerekmez. Parlak perdahları ve kaba dönemleri arasında, türüne göre haklı olarak keyif verici ve insanca yararlı şeyler bulunur.
Sanat sorumluluğu, hazzı kendiliğinden harekete geçirir. Ancaknihai etkisi; hazzımızın doğasının, onu yaratan ulusun karakterinin ve türümüzün evrensel dilinin ayırt edici bir tabiri haline gelir. Yani sanat sorumluluğunun psikolojik anlamının eleştirel bir incelemesine yönelmek gereklidir. Daha az zihinsel analiz, sanatı, uçan kuşun tesadüfi melodisi ölçüsünde geçici ve duyumsal tatmin düzeyine indirger. Kendimizi tamamen yeni bir gözlem alanında bulduğumuzdaysa, her ne kadar ilk başta yanılmaya daha yatkın olsa da yenilik, arayışın cazibesine katkıda bulunur ve daha büyük eylemlere teşvik eder. Kısa bir an için keşfedilecek yeni bir dünya vardır.
Yakın zamana kadar bizim açımızdan neredeyse Afrika’nın iç tarafları kadar bilinmez olan bir ülke için durum kesin olarak böyledir: Nipon diyarını kastediyorum, “güneşin kaynağı.” Avrupalıların verdiği isimle, Japonya.
Bu yeni dünyaya girerken, bilindik düşünceler ve sıradan kurallar bir kenara atılıp yeni idealleri ve kuralları kabul etmeliyiz. Tek doğru bilerek saygı duymak üzere eğitildiğimiz biçimlerden ve yasalardan ne kadar farklı olursa olsun, özünde iyi ve türüne göre tezahürlerinde sağlam olan her şeyin tadını çıkarmaya çalışmalıyız. Bu, sanat için geçerli olduğu gibi din için de geçerlidir. Bir ritüeli sırf tuhaf diye aptalca olarak damgalarsak kendimizi farkında olmadan yeni bir hakikat aşamasının ve mutluluk kaynağından mahrum bırakabiliriz. Gerçekten, insanlık hakkındaki bilgimize eklemek için onu incelemek zorunludur. Umulan çirkinliği değil gerçek güzelliği bulmanın estetik zevkinin yanı sıra, cehaletten doğan önyargının yerini alan saygı, inançları veya renkleri ne olursa olsun hemcinslerimiz hakkında daha kardeşçe bir bakış açısı sağlar. Buradan alınacak ders daha etkileyicidir. Bakış açılarının ve fikirlerin tuhaflığının yanı sıra, üzerinde oturup yargılamaya giriştiğimiz kişilerin estetik algıları ve bilgi düzeyine ulaşmak için zihinsel bir devrim gerektiren kendi standartlarımıza herhangi bir şekilde üstün bir durum keşfederiz.
Doğu sanatı ve esas olarak Japonlar söz konusu olduğunda bu özelliklere dair bir hazırlık yapılması şarttır. Neredeyse herkes Japon sanatının parlak renk ve mükemmel bitiş gibi daha belirgin niteliklerinden etkilenir. Ancak çeşitlendirilmiş, ince ton ve tasarım uyumlarını, mükemmel hassasiyet ve uygulama zarafetini ve harika icat ve ifade kolaylığını ilk görüşte yeterince takdir eden pek az kişi vardır. Japon sanatının en iyi özelliklerini öğrendiğimizde bu şaşkınlık artar çünkü kırk milyona yakın yarı barbar, dinden uzak bir ulus (çünkü okul kitaplarımız bize Japonlara böyle bakmayı öğretir!) üretken sanatını mümkün kılacak kadar zevk ve beceriye sahip olabilmiştir. Aşkın dehayla diğerlerinden ayrılan eserleri çoğunluğun kavrayışının üzerinde olan bir Michelangelo çıkarmak ayrı bir şey, herkesin takdir edebileceği ve zevk alabileceği, ancak sayısız yetkin sanatçı ve onların en mutlu çabalarına başvuracak ulusal bir kapasite olmadıkça var olamayacak sayısız güzel nesneyi icat etmek oldukça başka bir şeydir. Ayrıca, söz konusu sanatın karakteri ve tarihi hakkında derhal bir şeyler öğrenmemiz gerekiyor çünkü bu sanat en iyi orijinal özelliklerini hızla kaybetmekte. Hatta hemen olmasa da kademeli olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Avrupa ticaretinin Çin sanatında yarattığı mekanik tekdüzelik, fikir ve yaratıcılık yoksulluğuyla gelen ölümcül çöküş şimdi Japon sanatını da tehdit etmektedir. Buradaki tek fark Japon sanatının direniş gücünün daha fazla olması. Gerçek sanatsal içgüdü hâlâ varlığını sürdürüyor ve aslında Japonya, bu sanatsal içgüdünün eski gücünün çoğunu koruyan tek ülke olmaya devam ediyor (1872). Japonlar, bir zamanlar evrensel olan, sıradan kullanım ve rahatlıktan ziyade enfes süslemelerden zevk alan bir medeniyeti bir süre daha temsil edebilir. Modern yaşamımız, yerel ve bireysel zevk ve karakter farklılıklarını yok etme eğilimindedir. Bunların yerini tek tip bir davranış ve fikir tekdüzeliği alır. Bu, güçlü bir çözücüdür; geçmişte en büyüleyici olan her şeyi acımasızca tüketir ve karşılığında herhangi bir yeterli sanatsal telafi sağlamaz.
Bir zamanlar her Avrupa sanat okulu, onu doğuran ülkenin deyimleri kadar keskin bir şekilde tanımlanan yerel bir imzaya sahipti. Minör sanatları tek tip uygulayarak mekanik süreçleriyle çoğaltıp değersizleştirme eğilimi, sanatsal düşünce için çok vahimdir. Zihinsel inançlarımızı yok eder, güzellik arzusunu köreltir ya da onu iğrenç ve gösterişli olan için istekli hale getirir. Estetik bilinç körelirken, şekillere ve renklere işlenmiş uyumu takdir etme kabiliyetimizi yitiririz ve zamanla çok sayıda tekdüze basit ve çirkin nesneyi başyapıtlara tercih etmeye başlarız; yasaları gibi gizemli hale gelen o duygu anlaşılmaz olur. Erdemli estetik anlayışta sıkışıp kalırsak değişimi algılamadan duyularımız bozulur. Sanatı sistematik olarak ihmal eden veya yanlış anlayan herhangi bir ulusun zamanla estetik yasaya olan anlayışı zayıflar ve sanatla ilgili fikirlerini ve icraatlarını diğer ve zıt konularla karıştırmaya başlar. Temel içgüdü ve deneyim bu şekilde kaybedildiğinden, güzellik arzusunu bile canlandırmak için eğitimin yeniden ve farklı bir temelde faaliyetine başlaması gerekir. İnsanların süslemeye olan doğal özlemleri, içlerindeki güzellik sevgisini uyandırmak için ilk başta yeterlidir. Ardından, diğer ve daha acil ilgilere bir kayıtsızlık veya özümseme dönemi gelir. Daha sonra bir ulus medeniyetini olgunlaştırırken kültür, yeniden güzel olanı etkilemeye ve idealin dilini konuşmaya başlar. Ama şimdi güzelliklerine uzun zamandır duyarsız kaldığımız veya belki de aslında duyularımızı rahatsız eden nesnelerden zevk almamız öğretilmelidir. Sanatta yeni itici güç haline gelen önsezi değil eğitimdir.
Japonya söz konusu olduğunda ilk husus neyin aranmayacağını bilmektir. İkincisiyse ne bekleyeceğinizi bilmektir. Her ulusun kendine özgü idealleri vardır. Bu idealler gerçekçi veya idealist bir dış görünüşe ya da her iki özelliğin karışımına sahip olabilir. Bir sanatçı üstün bir varlık tasavvur eder ancak onu, Rubens ve Rembrandt’ın yaptığı gibi dünyanın şehvetli cazibesiyle giydirir; düşünce sadece ruhtan doğarken model bedenden doğmuştur. Civitali veya Angelico gibi diğerleri materyalist nezaketsizliği ortadan kaldırır ve karışık motifleri arasında çizgi çizmeyi imkânsız kılacak kadar zarif ve saf bir ruh-yaşam anlayışı bırakır. Kısacası, Buonarotti’nin maddeyi ebedileştirilmesinden oryantal tasarımcıların yaramaz savurganlıklarına ve Doré’nin Contes Drolatiques’indeki kaba duygusallıklara kadar sonsuz çeşitlilikte idealizm vardır. Her okulun veya ulusun ve hatta bireyin gerçekleştirmek istediği izlenimleri ve ayrıca kullanılan teknik araçların neler olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Japon sanatında Mısır’ın metafiziksel soyutlamalarına, yani gizemli ve berbat ithal biçimlere veya Yunan idealine, yani zihinsel ve fiziksel güzellikle ilgili kusursuz duyumsal türlere bakılmamalıdır. İlahi ölümsüzlük ideallerini fanilerin tanıma düzeyine indirmeye çalışan ortaçağ Hıristiyanlığının ideallerinden ise kesinlikle uzak durulmalıdır. Bu büyük ekollerin her biri, insan