bulunur; ama Japon sanatı, – bilgili ya da cahil, eğitimli ya da eğitimsiz olsun – insanların günlük yaşamına kayda değer ölçüde girmektedir. Sanat, insanların evlerini ve evdeki yaşam gereçlerini etkiler; yaşamda buldukları haz ve doyumun büyük bir parçasını onlara sunar. Ayrıca, insanlar doğayla iç içe yaşadıklarından, sanatları doğayla çok yakın bir ilişki içindedir.
Sözgelimi kaşık, su kabı, fırçalık gibi ev eşyaları genellikle estetik zevke göre tasarlanır. Bu tür nesnelerin tasarımları genellikle doğal nesnelerden alınır: “uçan nilüfer yaprağı” desenli bir kaşık, “erik dalı” tasarımlı bir kap, “karla kaplı bambu”yu anımsatan bir fırçalık ve “uçmakta olan yağmurkuşunu” anımsatan bir tütsü kabı. Doğal şekillerden esinlenilmiş desenlerle süslenmiş odalar, raf girintileri, türbe benzeri duvar girintileri de vardır. Bir oda, çam ve turna desenleriyle süslenir veya bir raf girintisi ince bir sis izlenimi verecek şekilde boyanır. Bahçe, ağaçlar ve göletler, taşlar ve çitler minyatür bir manzara gibi düzenlenir ve aynı zamanda ev hayatının çok özel bir parçasıdır; zira Japon bahçeleri evle dip dibedir ve binanın hafif ve açık yapısı nedeniyle ek odalar gibi görünmektedir. Birçok ülkede doğa, insan inceliğinin aksine, zorunlu olarak vahşi ve cesur olarak düşünülür. Bu anlayışa göre yaşam, doğaya karşı verilen savaşa ya da onun mağlup edilmesine bağlıdır. Ancak Japonlar, insanlığın merhametli annesi olan doğayı kışkırtacak şekilde doğayla son derece iç içe yaşıyorlar. Japonya’da sanatın, hayatın her köşesine nüfuz etmesi gibi, Japon sanatı da modelini ve ilhamını her zaman doğadan alır. Japonlar, tarladaki tek bir çiçekten bile keyif alır ve onu tahtadan yapılmış bir çanağın içine yerleştirir. Ya da yüklüğünün duvarına bir resim asarsa bu resmin değişen mevsimlere uyumlu olmasına özen gösterir. Dışarısı karla kaplıyken, kardaki kırmızı nandin ya da ayazdan çıkan adonis çiçeği resmini; yazın yeşil ağaçları olan bir şelale resmini seçer; sonbaharda ise bir kızıl akçaağaç yaprağını ve yaprakların altında gezinen bir geyiği tercih eder. Tabiat Ana’nın değişen yüzünü gözlemlemeyi sever ve tarlada veya bahçede olduğu gibi, evin içinde de sanat aracılığıyla doğanın tadını çıkarır.
Hayat mevsimlere göre değişir ve Japonlar, hayatın önemli bir parçası olarak bulduğu sanatsal zevki, doğanın telkinlerine ve ilhamlarına cevap verme yeteneğinden alır. Japon takımadalarında kara ve atmosferin en çarpıcı özelliği, merhametli dostluğudur. Parlak güneş ışığında parıldayan mavi deniz, fısıltılı çam ağaçlarının taçlandırdığı resmedilmeye değer burunlarla kesişir. Yüksek dağlar vardır ama bunların çoğu hafif eğimlidir ve en yüksek zirve olan Fuji Dağı bile engebeli değildir; hatta bir şairin ifade ettiği üzere ilkbaharda “gökten sarkan beyaz bir yelpaze” gibi görünür. İklim hemen hemen her yerde ılımandır ve güney kıyısı boyunca neredeyse sürekli bir bahar yaşanır. Bolca çiçek açar ve Fuji’nin eteği kiraz ağaçlarına o kadar gömülüdür ki dağın koruyucu ruhu, mitolojik bir şekilde, “ağaçlara çiçek açtıran hanım” olarak adlandırılır. Japon akçaağaçları da Amerikan akçaağaçları gibi sonbaharda kızarır, ancak yapraklar son derece hassastır. Sonbaharın ruhu brokar dokumacı kadın olarak kişileştirilir. Karada bazen depremler, kasırgalar ve volkanik patlamalar meydana gelse de insanlar bu koşullara uyum sağlamıştır ve doğa ile dostane bir ilişki içinde yaşarlar. Mevsimlerin güzelliğinin, buluta benzer kiraz çiçeklerinin, akçaağaç yapraklarının kıpkırmızı parlaklığının, ilkbahar sisinin ve sonbahar yağmurlarının, gülümseyen denizin ve yarı saydam ay ışığının tadını çıkarırlar:
Kış bitip bahar başladığında
Sessiz kuşlar şakımaya başlar,
Çiçeksiz kalan ağaçlar çiçek açıp her yeri kaplar;
Ancak sonbahar mevsiminde
Kırmızı yaprakları koparıyorum ve onları seviyorum,
Ve yeşil yapraklar çokça gözyaşı ile kalsın,
Hepsi, o hoş tepenin üzerinde…
Yedinci yüzyıldan kadın bir şair, saf bir sadelikle böyle yazmıştır ve o zamandan beri doğa sevgisi insanların en değerli mirası olmuştur.
Japonya’nın yerel hayvanları da son derece uysaldır; adada bulunan tek yırtıcı hayvan kurttur.1 Çiçekler ve hayvanlar, yaşamda ve sanatta çok doğal bir şekilde birbirleriyle ilişkilidir. Şakayık ağacı ve kelebekler, erik çiçeği ve bülbüller, akçaağaç ve geyik, kamış ve sonbaharın solgun ay ışığındaki tilkiler… Bunlar ve diğer pek çok tema durmaksızın işlenir, haklarında şarkılar söylenir ve insanlar bu sevimli hayvanların arkadaşlığının tadını çıkarır.
Din de duyguların doğa ile yakın ilişkisine katkıda bulunur. Hem Budizm hem de Şintoizm, doğadaki nesnelerin özünde insanlardan farklı olmadığını ve hatta insanlarınkine benzer ruhlara sahip olduklarını öğretir. Dolayısıyla Japon resim ve şiirinde korku ve yüceltme unsurlarına neredeyse rastlanmaz, ancak her sanat eserinde güzellik, zarafet ve nezaket görülür.
Bu noktadan hareketle, Japonya’daki doğa ile Akdeniz Avrupa’sındaki doğa arasındaki ilginç karşıtlığa ve bu farklılığın iki bölgenin sanatı üzerindeki etkisine dikkat çekmek isterim. İtalyanlar ve Provence bölgesinde yaşayan Fransızlar bazı yönlerden Japonlardan farklı değiller, çünkü bu doğu ve batı ülkelerinde iklim ve çevre oldukça benzerdir. Bu halkların mizacında benzerlikler söz konusudur ve Giotto ya da Fra Angelico’nun resminde, Japonya’nın Budist sanatına çok uygun bir sanatsal ifadeye rastlanır. Belki de İtalyanlar Eshin’in resimlerindeki, Takuma veya Kasuga okullarının resimlerindeki duyguyu anlayabilirler. Ancak önemli bir fark vardır. İtalyan resmi, net hatları ve parlak renkleriyle dikkat çekicidir, çünkü İtalya aydınlık ve parlaktır. Japon resminin yumuşak dış hatları ve sönük renkleri vardır çünkü Japonya’daki hava pusludur ve manzaraları uzaklarda belli belirsiz kaybolur. Bu, Titian ile Whistler veya Corot arasındaki farka benzer olarak düşünülebilir.
Bizzat doğanın değişken yönlerine tabi olan benzer manevi bir farklılık, şairlerle örneklenebilir. Dante’nin sunduğu su ve çiçek betimlemelerinin ne kadar açık ve parlak olduğu gayet iyi bilinmektedir:
Üç kez saflaştırılmış göz alıcı altın ve gümüş,
Ve kızılboya ve üstübeç,
O hoş girintiye yerleştirilmiş rengârenk otlar ve çiçeklerle
Daha yeni bozulmuş
Berrak durgun boyalı Hint ahşabı, yeşil zümrütler,
Yüce olanın küçük olanı aşması gibi aşılmıştı.
Bir Japon şairinden ya da ressamından böylesi bir açıklık neredeyse hiç beklenemez; Japon şiirinde her zaman, sisle örtülü ya da sadece ima edilen bir şeye rastlanır.
Giysi çok hafif dokunmuş olmalı,
Önümüzdeki baharı örten sis giysisi.
Veya yine:
Dünün belirsiz ışığında
Çok taze ve berrak bir çiçek gördüm
Yalnızca sabah sisi gibi.
Şimdi acı, beni tekrar görmeye itiyor.
Bu hafif loşluk, Japonya’daki doğanın hemen hemen tüm yönlerine özgü bir özelliktir.
Batılı eleştirmenler genellikle Japon resminin temsili, idealist veya romantik olmaktan ziyade dekoratif olduğunu, ancak asla gerçekçi olmadığını söylerler. Ama bence bu ayrım, yanlış olmasa da, bir süslemenin aksine,