Yei Theodora Ozaki

Japon masalları


Скачать книгу

başlamıştı.

      Sonra savaşçı birden şunu hatırladı: İnsan tükürüğü, kırkayaklar için öldürücü özellikteydi. Fakat bu sıradan bir kırkayak değildi. Öyle korkunçtu ki bu yaratığı hayal etmeye çalışmak bile insanı korkudan perişan edebilirdi. Hidesato, son şansını denemeye karar verdi. Üçüncü okunu aldı, okun ucunu ağzına değdirdi, sonra yayın çentiğine takıp dikkatlice nişan adı ve bir kez daha fırlattı.

      Ok yine canavarın başına isabet etti; ama bu defa sıyırıp geçmek yerine kırkayağın beynini deldi. Ardından çırpınıp titreyen sürüngenin bedeni hareket etmeyi bıraktı; koca gözleri ile yüz ayağının alevli ışığı fırtınalı bir günün ardından batan güneş gibi kararıp söndü. Büyük bir karanlık her tarafı kapladı, gök gürledi ve şimşek çaktı, rüzgâr öfkeyle uğuldadı. Sanki kıyamet kopuyordu. Saray öyle sarsılmıştı ki Ejderha Kral, çocukları ve hizmetçileri korkudan kuytu köşelere saklanmıştı. Nihayet bu dehşetli gece sona erdi. Güzel ve aydınlık bir gün doğdu. Kırkayak artık dağda değildi.

      Sonra Hidesato, balkona gelmesi için Ejderha Kral’ı çağırdı. Kırkayak ölmüştü ve artık korkacak bir şey kalmamıştı.

      Saray sakinleri neşe içinde dışarı çıktı. Hidesato gölü gösterdi. Ölü kırkayağın bedeni, kanıyla kırmızıya boyanmış suların üzerinde yüzüyordu.

      Ejderha Kral’ın minnettarlığı sonsuzdu. Bütün aile gelip savaşçının önünde eğildi. Onu koruyucuları ve Japonya’nın en cesur savaşçısı ilan ettiler.

      İlkinden daha görkemli bir ziyafet daha düzenlendi. Çiğ, buğulanmış, haşlanmış, kızartılmış olmak üzere akla gelecek her şekilde hazırlanmış her türden balık, mercan tepsiler ve kristal tabaklarda servis edilerek savaşçıya sunuldu. Hidesato hayatında hiç bu kadar güzel bir şarap tatmamıştı. Bütün bu güzellikleri tamamlayacak şekilde güneş parlıyordu. Göl sıvı bir elmas gibi pırıl pırıldı ve gündüz vakti saray, gece olduğundan binlerce kat güzeldi.

      Ev sahibi, savaşçıyı birkaç gün daha kalması için ikna etmeye çalıştı ama Hidesato eve dönmeye kararlıydı. Görevini yerine getirdiğini ve geri dönmesi gerektiğini söyledi. Ejderha Kral ve ailesi, ondan bu kadar çabuk ayrılacakları için çok üzgündü ama korkunç düşmanları kırkayaktan onları sonsuza dek kurtardığı için duydukları minnettarlığın bir simgesi olarak (onların deyişiyle) birkaç küçük hediyeyi kabul etmesini istediler.

      Savaşçı verandada veda ederken balıklar aniden bir grup erkek hâlini aldı. Hepsi tören üniformaları giymişti, başlarındaki ejderha taçları ise büyük Ejderha Kral’ın hizmetçileri olduklarını gösteriyordu. Ellerindeki hediyeler şu şekildeydi:

      İlk olarak tunçtan yapılmış büyük bir çan. İkinci hediye bir çuval pirinç. Üçüncüsü bir top ipek. Dördüncüsü bir tencere. Beşincisi sıradan bir çan.

      Hidesato, bu hediyelerin hepsini kabul etmek istemediyse de Ejderha Kral ısrar edince reddedemedi.

      Ejderha Kral, köprüye kadar savaşçıya bizzat eşlik etti, ardından selamlar ve iyi dileklerle onu uğurladı. Hizmetçiler ise ellerinde hediyelerle Hidesato ile birlikte evine kadar gittiler.

      Savaşçının ailesi ve hizmetçileri dün gece eve gelmediği için çok endişelenmişler, ancak şiddetli fırtına nedeniyle yola devam edemeyip bir yerlere sığınmış olabileceğini düşünmüşlerdi. Onu bekleyen hizmetçileri, savaşçıyı görünce efendilerinin geldiğini herkese duyurdu ve tüm ev halkı onu karşılamak üzere dışarı çıktı. Hediyeler ve bayraklar taşıyarak ardından gelen adamların hikâyesini çok merak etmişlerdi.

      Ejderha Kral’ın uşakları hediyeleri bırakır bırakmaz ortadan kayboldular. Hidesato, başına gelen her şeyi anlattı.

      Ejderha Kral’ın verdiği hediyeler sihirliydi. Sadece çan sıradan bir nesneydi. İhtiyacı olmadığı için Hidesato bu çanı yakındaki tapınağa verdi. Buraya asılan çanın sesi sayesinde bütün mahalle, günün hangi saati olduğunu öğrenebildi.

      Savaşçı ve ailesi, yemek yapmak üzere içinden ne kadar pirinç alırsa alsın çuvalın içindekiler hiç eksilmiyordu. Çuvaldaki pirinci tüketmek imkânsızdı.

      İpek topu da asla bitmiyordu. Hatta savaşçının, yeni yılda saraya giderken giyeceği yeni elbise için kesilen uzun parçalar bile ipeği kısaltmıyordu.

      Tencere de bir harikaydı. İçine ne konulursa konulsun, altında ateş dahi yanmadan istenen her leziz yemeği pişiriyordu. Oldukça verimli bir tencereydi.

      Hidesato’nun servetinin şöhreti çok uzaklara ulaştı. Artık ipek, pirinç ya da yakacağa para harcamasına gerek kalmadığı için zenginleşti ve varlıklı hâle geldi. Bundan sonra herkes onu Pirinç Çuvalının Efendisi olarak bildi.

      Dili Kesik Serçe

      Evvel zaman içinde Japonya’da yaşlı bir adam ve karısı yaşardı. Yaşlı adam uysal, iyi kalpli, çalışkan bir ihtiyardı ama karısı huysuz bir kadındı, dili tatlı söz söylemez, evin huzurunu bozardı. Sabahtan akşama kadar şikâyeti, dırdırı bitmezdi. Yaşlı adam, uzunca bir süre kadının huysuzluğuna aldırış etmedi. Günün büyük bölümünü tarlada çalışarak geçirirdi. Çocukları olmadığından eve gelince oynayıp eğlenmek için bir serçe yakaladı. Bu küçük kuşu sanki kendi çocuğuymuş gibi seviyordu.

      Açık havada bütün gün çalıştıktan sonra tek eğlencesi serçesini beslemek, onunla konuşmak ve ona küçük oyunlar öğretmekti. Kuş, her şeyi çok çabuk kapıyordu. Yaşlı adam, serçenin kafesini açınca kuş odada kanat çırpar ve birlikte oynarlardı. Akşam yemeği vakti gelince yemek kırıntılarını saklayıp küçük kuşu beslerdi.

      Günlerden bir gün yaşlı adam, odun kırmak için ormana gitti, yaşlı kadın ise çamaşır yıkamak için evde kaldı. Ondan önceki gün biraz çamaşır kolası hazırlamıştı, aradı ama bulamadı. Dün doldurduğu kâse şimdi bomboştu.

      Kolayı kim kullanmış ya da çalmış olabilir diye düşünürken serçe kanat çırparak iniverdi. Sahibinin öğrettiği gibi tüylü küçük başını öne eğen güzel kuş cikcikledi ve dedi ki:

      “Çamaşır kolasını ben aldım. O kâseye benim için yemek koyduğunuzu sandım, hepsini yedim. Hata ettiysem lütfen beni affedin! Cik cik cik!”

      Gördüğünüz gibi serçe dürüst bir kuştu. Yaşlı kadın, kuşun kibarca dilediği özrü kabul etmeliydi ama öyle olmadı.

      Yaşlı kadın serçeyi hiç sevmemişti. Evde böyle pis bir kuşu tutuyor diye kocasına kızıyor, “Bana yok yere iş çıkarıyorsun,” diyordu. Şimdi bu hayvancağızdan şikâyet etmesi için eline gerçek bir fırsat geçtiğinden pek mutluydu. Zavallı küçük kuşu iyice payladı. Bu duygusuz, kaba sözler de ona yetmedi. Pişman olduğunu göstermek için bunca zaman kanatlarını açıp başını öne eğmiş olan serçeyi kavradı. Hemen makasını kapıp zavallı kuşun dilini kesti.

      “Kolamı o dille almıştın, değil mi? Şimdi dilsiz kal da gör bakalım!” Bu korkunç sözlerle kuşu kovdu, başına neler gelebileceği umurunda bile değildi ve zavallıya karşı en ufak merhameti yoktu. Böyle kötü bir kadındı!

      Yaşlı kadın, kuşu kovduktan sonra başına iş çıktı diye homurdanarak biraz daha pirinç ezmesi hazırladı. Bütün giysileri kolaladıktan sonra İngiltere’de âdet olduğu üzere ütülemek yerine güneşte kurumaları için dışarı serdi.

      Akşam ihtiyar adam eve geldi. Her zamanki gibi eve gelirken kapıya ulaştığında küçük serçesinin uçarak onu karşılayacağını, kanatlarını çırparak