zaman ve yaşlılığın uğramadığı bu büyüleyici ülkenin tüm harikalarını gördü. Saray, mercanlardan yapılmış ve incilerle süslenmişti. Bu ülkenin güzellikleri ve harikalarını kelimelerle anlatmak imkânsızdı.
Ama Uraşima için saraydan bile muhteşem bir yer vardı: sarayı çevreleyen bahçe. Burada aynı anda dört mevsimin manzaraları görülebiliyordu. Yaz ve kışın, bahar ve sonbaharın güzellikleri hayranlık içindeki ziyaretçinin gözleri önüne serildi.
İlk önce doğu tarafına baktı. Erik ve kiraz ağaçları çiçeklenmişti, bülbüller iki yanı ağaçlı pembe yollarda şakıyorlardı ve kelebekler çiçekten çiçeğe uçuşuyordu.
Güneye bakınca yaz ortasında yemyeşil ağaçları gördü. Ağustos böcekleri ve cırcır böcekleri ötüşüyordu.
Batıya baktı. Akçaağaçlar sonbaharda güneşli bir gökyüzü gibi parlıyordu ve kasımpatılar mükemmeldi.
Kuzeye baktığında gördüğü değişim Uraşima’yı ürküttü. Çünkü her yer karla kaplanmıştı, bembeyazdı. Ağaç ve bambular da karla örtülmüştü. Gölet ise donmuştu.
Uraşima her güne yeni sevinçler ve muhteşem manzaralarla uyanıyordu. Öyle mutluydu ki, her şeyi unuttu. Bu üç gün, ardında bıraktığı anne babası ve ülkesi bile aklına gelmeden geçti. Sonra aklı başına geldi. Kim olduğunu ve bu muhteşem ülkeye ya da Denizler Kralı’nın sarayına ait olmadığını hatırladı. Kendi kendine dedi ki:
“Aman tanrım! Burada kalamam. Memleketimde beni bekleyen yaşlı bir annem ve babam var. Bunca zaman tek başlarına ne yaptılar acaba? Kim bilir eve dönmediğim için nasıl endişelenmişlerdir. Bir gün bile geçirmeden hemen eve dönmeliyim.” Hiç zaman kaybetmeden yolculuk için hazırlanmaya başladı.
Sonra güzel eşine gidip önünde eğilerek şunları söyledi:
“Gerçekten, seninle öyle mutlu oldum ki Otohime Sama (eşinin adı buydu), ve kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar nazik davrandın bana. Ama artık veda etmeliyim. Yaşlı anne babamın yanına gitmeliyim.”
Otohime Sama ağlamaya başladı. Usulca ve üzgün bir sesle şunları söyledi:
“Burada iyi değil misin Uraşima? Onun için mi benden bu kadar çabuk ayrılmak istiyorsun? Neden bu acele? Bir gün daha kal, ne olur!”
Fakat Uraşima, yaşlı anne babasını hatırlamıştı. Japonya’da anne babanıza karşı olan görevinizi yerine getirmek, dünyadaki her zevkten ve hatta aşktan bile önemlidir. Uraşima’nın fikrini değiştirmek imkânsızdı ve şöyle cevapladı:
“Gerçekten gitmek zorundayım. Senden ayrılmak istediğimi sanma sakın. Öyle değil. Gidip anne babamı görmem lazım. Bir gün için gitmeme izin ver, sonra sana geri döneceğim.”
“Öyleyse, yapacak bir şey yok,” dedi Prenses üzgün bir şekilde. “Yanımda kalman için uğraşmak yerine seni hemen bugün annenle babana göndereceğim. Aşkımızın simgesi olarak bunu veriyorum sana, lütfen döndüğünde de yanında olsun,” diyerek Uraşima’ya parlak bir iple bağlanmış ve kırmızı ipek püsküllerle süslenmiş cilalı bir kutu verdi.
Uraşima, Prenses’ten o kadar çok şey almıştı ki bu hediyeyi kabul ederken biraz utanıp şöyle dedi:
“Benim için yaptıklarından sonra senden bir hediye daha almam doğru olmaz; ama böyle istediğin için yapacağım,” dedi Uraşima ve ekledi:
“Bu kutu nedir?”
“O,” dedi Prenses, “tamate-bako (Mücevher El Kutusu) ve içinde çok kıymetli bir şey var. Bu kutuyu asla açmamalısın! Açarsan başına çok kötü şeyler gelir! Şimdi bana söz ver, ne olursa olsun kutuyu açmayacaksın!”
Uraşima, ne olursa olsun asla kutuyu açmayacağına dair söz verdi.
Uraşima, Otohime Sama’ya veda edip deniz kenarına gitti. Prenses ve hizmetçileri de ardından geldi. Büyük tosbağa, orada Uraşima’yı bekliyordu.
Hemen hayvanın sırtına atladı ve berrak deniz üzerinde doğuya doğru ilerlediler. Gözden kaybolana dek Otohime Sama’ya el salladı ve Deniz Kralı’nın ülkesi artık çok uzaklarda kaldı. Uraşima, hevesle yüzünü kendi ülkesine döndü. Ufukta mavi tepeleri aradı gözleri.
Sonunda tosbağa, çok iyi tanıdığı körfeze getirdi Uraşima’yı. Balıkçı, sahile inip etrafına baktı. Tosbağa ise Deniz Kralı’nın ülkesine geri döndü.
Ama orada durmuş etrafına bakarken Uraşima’yı saran bu tuhaf korku da neyin nesiydi? Yanından geçen insanlara neden öyle gözlerini kırpmadan bakıyordu? Peki ya onlar neden durup Uraşima’ya bakıyorlardı? Sahil aynı, tepeler aynı ama yürüyüp geçen insanların yüzleri, o tanıdığı kişilere ait değildi.
Bütün bunların ne anlama geldiğini düşünerek hızlıca evine yürüdü. Evi bile değişmişti. Uraşima şöyle seslendi:
“Baba, ben geldim!” Tam eve girmek üzereyken yabancı bir adam çıktı dışarı.
“Belki ben yokken annemle babam taşınmıştır. Belki de başka bir yere gittiler,” diye düşündü balıkçı. Garip bir endişe kapladı yüreğini; ama nedenini anlayamıyordu.
“Affedersiniz,” dedi ona bakan adama. “Birkaç gün öncesine kadar ben bu evde yaşıyordum. Adım Uraşima Taro. Annemle babamı burada bıraktım, neredeler?”
Adamın yüzünden şaşkına döndüğü belliydi. Uraşima’nın suratına dikkatle bakmaya devam ederek dedi ki:
“Ne? Sen Uraşima Taro musun?”
“Evet,” dedi balıkçı, “Uraşima Taro’yum ben!”
“Ha, ha!” diye güldü adam, “böyle şakalar yapmamalısın. Evet, doğru, bir zamanlar burada Uraşima Taro adlı bir adam yaşamış. Ama üç yüz yıl önce. Şimdi yaşıyor olması imkânsız!”
Uraşima bu tuhaf sözleri duyduğunda, korkuya kapılıp şöyle dedi:
“Ne olursunuz benimle dalga geçmeyin. Çok şaşkınım. Ben gerçekten Uraşima Taro’yum ve üç yüz yıl falan yaşamadım. Dört beş gün öncesine kadar işte burada yaşıyordum. Lütfen, şaka yapmadan anlatın olanları.”
Fakat adamın yüz ifadesi giderek ciddileşti ve şöyle cevap verdi:
“Adın Uraşima Taro olabilir. Fakat benim duyduğum Uraşima Taro, üç yüz yıl önce burada yaşamış bir adamdır. Belki de onun ruhusun ve eski evini ziyaret etmeye gelmişsindir.”
“Neden benimle alay ediyorsunuz?” dedi Uraşima. “Ruh falan değilim ben! Kanlı canlı bir insanım. Ayaklarımı görmüyor musunuz?” Uraşima, ayaklarını gürültüyle yere vurup adama gösterdi (Japon hayaletlerin ayağı yoktur).
“İyi ama Uraşima Taro, üç yüz yıl önce yaşamış. Benim tek bildiğim bu. Köy yıllıklarında yazıyor,” diye ısrar etti adam. Balıkçının söylediklerine inanamıyordu.
Uraşima şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Etrafına bakındı, aklı karman çormandı. Gerçekten de her şey hatırladığından çok farklı gözüküyordu. Belki de adamın söyledikleri doğruydu. Bu korkunç duygu onu mahvetti. Sanki garip bir rüyadaydı. Deniz Kralı’nın deniz ötesindeki sarayında geçirdiği günler, sıradan günler değildi; yüzlerce yıl geçmişti aradan. Anne babası ölmüştü. Bütün tanıdıkları ve köylüler, onun hikâyesini yazmışlardı. Artık burada kalmanın bir faydası yoktu. Denizin ötesindeki güzel karısına geri dönmeliydi.
Sahile döndü. Prenses’in verdiği