günlerde kadın kahraman yumurta pişirme aletine benzemeliydi, şimdi ise silindir şeklinde. Annem yavaş bir okuyucuydu ve Hilda’nın Ev Arkadaşı’na ödediği üç peniyi çıkartması gerekiyordu. Sobanın yanındaki eski sarı tekli koltukta oturup ayaklarını sehpaya uzatır, ocak ızgarasında demlikte fokurdayan çay eşliğinde, yavaş yavaş her sayfayı gözden geçirirdi, seriden başlar, iki küçük hikâye, Ev İpuçları, Zam-Buk reklamları ve yazışmalara verilen cevaplarla devam ederdi. Hilda’nın Ev Arkadaşı onu tüm hafta götürürdü, bazı haftalar bitiremezdi bile. Bazen sobanın sıcağı ya da yazın öğleden sonraları mavi şişelerin uğultusu uykusunu getirir, altıya çeyrek kalaya kadar biraz uyuklardı, sonra uyanır uyanmaz şömine rafındaki saate göz atar ve muazzam bir başlangıç yapardı, çay gecikecek diye paçaları tutuşurdu. Ama çay hiç gecikmezdi.
O günlerde, tam olarak 1909’a kadar, babamın gücü bir çırak tutmaya yetiyordu ve dükkânı ona bırakır, yağlı elleriyle çaya yetişirdi. Annemse ekmek kesmeye ara verir, “Bize lütuf verirseniz, Babamız…” der ve babam, saygıyla hepimiz başımız eğik beklerken “Tanrı’m birazdan yiyeceklerimize bizi şükürlü kıl, Âmin.” diye mırıldanırdı. Daha sonra Joe biraz daha büyüyünce “Bizi bugün SEN onurlandır Joe.” oldu ve Joe başlardı okumaya. Annem hiçbir zaman okumadı duayı, erkek biri okumalıydı muhakkak.
Yazın öğleden sonraları sürekli mavi şişelerin uğultusu olurdu. Bizimkisi sağlıklı bir ev değildi, Aşağı Binfield’deki değerli birkaç ev öyleydi. Sanırım kasabada beş yüz ev vardı ve on tanesinden fazlası banyolu değildi veya şimdi tuvalet olarak tanımladıklarımız ellisinden fazlasında yoktu. Yazın arka bahçemiz hep çöp kokardı ve tüm evlerde böcek vardı. Ağaç kaplamalarda karafatmalar, mutfağın arkasında bir yerlerde cırcır böcekleri vardı, tabii ki dükkânda da yemek kurtları. O günlerde annem gibi eviyle övünen kadınlar bile karafatmalara itiraz edecek bir sebep görmezdi. Şifonyer ve oklava nasıl mutfağın bir parçasıysa onlar da öyleydi. Tabii böcek var, böcek var. Bira fabrikasının arkasında Katie Simmons’un yaşadığı kötü mahallelerde evleri böcekler kuşatmıştı. Annem veya dükkân sahiplerinin eşlerinden birinin evini o böcekler sarsa utançlarından ölürlerdi. Hatta o böcekleri görsem tanımam demek doğru kabul edilirdi.
Büyük mavi sinekler erzak dolabına gelir ve hevesle etin üzerindeki tel örtülere otururlardı. “Kahrolası sinekler!” derdi insanlar ama sinekler Tanrı’nın bir eylemiydi ve et kapakları veya sinek kâğıtları dışında onları engelleyecek pek bir şey yapamazsınız. Biraz önce hatırladığım ilk şeyin korunga kokusu olduğunu söylemiştim ama çöp kovalarının kokusu da hafızamda oldukça tazedir. Taş zemini, böcek kapanları, demir çamurluğu ve kara kurşun ocağıyla annemin mutfağını düşününce, her seferinde mavi şişelerin uğultusunu duyuyor; çöp kokularını ve oldukça güçlü bir köpek kokusu olan Nailer’in kokusunu alıyorum. Allah bilir daha kötü kokular ve sesler de vardır. Hangi sesi duymayı tercih ederdiniz, mavi şişe mi bombardıman uçağı mı?
3
Joe benden iki sene önce Walton Gramer Okuluna gitmeye başladı. İkimiz de dokuz yaşına girmeden başlamadık okula. Bu, sabah akşam okula dört millik bir bisiklet yolculuğu demekti ve annem bizim trafiğe girmemizden çok endişeliydi ki o zamanlar çok az motorlu araç vardı trafikte.
Birkaç yıl boyunca, yaşlı Bayan Howlett’in işlettiği özel kız okuluna gittik. Esnaf çocuklarının çoğu, okul yönetim kuruluna gitmenin utancı ve hayal kırıklığından kurtulmak için burada okudu ancak herkes Bayan Howlett’in eski bir sahtekâr olduğunu ve bir öğretmen olarak aslında ne kadar kötü olduğunu biliyordu. Yaşı yetmişi geçmişti, kulağı neredeyse duymuyor ve mercekli gözlüklerinden zar zor görüyordu donanım olarak sahip oldukları da bir baston, bir yazı tahtası, birkaç eski püskü dil bilgisi kitabı ve birkaç düzine kokulu yazı tahtasıydı. Sadece kızlarla baş edebiliyordu, erkek çocuklarıysa onunla alay ediyor ve kaçabildikleri kadar okuldan kaçıyorlardı. Bir keresinde korkutucu bir skandal yaşanmıştı çünkü bir oğlan çocuğu, bir kızın elbisesinin altına elini sokmuştu; benim o zamanlar anlamadığım bir şeydi bu. Bayan Howlett meselenin üstünü kapatmayı başardı. Özellikle kötü bir şey yaptığınızda onun formülü “Babana söylerim.” demekti ama nadiren söylerdi. Ancak biz onun bunu çok sık yapmaya cesaret edemeyeceğini bilecek kadar kurnazdık ve ara sıra bastonla üstümüze yürüse de o kadar yaşlıydı ki atlatması çok kolay oluyordu.
Joe kendilerine Kara El diyen sert bir çeteye katıldığında yalnızca sekiz yaşındaydı. Çete lideri Sid Lovegrove’du, saracın on üç yaşlarındaki küçük oğlu ve iki esnaf çocuğu daha vardı, bira fabrikasından bir çırak ve işten yırtıp çeteyle geçirecek birkaç saat bulabilen iki çiftçi çocuğu. Çiftlik delikanlıları, kadife pantolonlardan taşan büyük topaklardı, kaba saba aksanları vardı ve çetenin geri kalanlarına tepeden bakarlardı ama herkes onlara tolerans gösterirdi çünkü diğerlerinin hepsine göre hayvanlardan çok iyi anlıyorlardı. Bir tanesi, lakabı Kızıl Saç olan, ara sıra eliyle tavşan bile yakalardı. Çimlerde yatan bir tane görürse de kol ve bacaklarını kanat gibi açar, hayvanın üstüne atılırdı. Esnaf çocukları ile işçilerin ve çiftçilerin oğulları arasında büyük bir toplumsal ayrım vardı ancak mahallenin çocukları on altı yaşına gelene kadar buna pek dikkat etmediler. Çetenin gizli bir şifresi, parmağını kesmek ve solucan yemek gibi “çetin sınavları” vardı ve kendilerini dışarıya berbat haydutlar gibi tanıtıyorlardı. Kesinlikle başlarına iş açma konusunda başarılıydılar, pencereleri kırdılar, inekleri kovaladılar, kapı tokmaklarını kırdılar ve tartılardan meyve çaldılar. Bazen kışın çiftçiler izin verdiğinde, birkaç dağ gelinciği ödünç alıp fare avlamaya gitmeyi başardılar. Hepsinde mancınıklar, savaşçılar vardı ve o günlerde beş şiline mal olan bir salon tabancası satın almak için para biriktiriyorlardı ancak tasarruflar hiçbir zaman üç peniyi geçemiyordu. Yazın balık tutmaya ve kuş yuvası yapmaya gidiyorlardı. Joe, Bayan Howlett’e giderken haftada en az bir kere okuldan kaçardı ve hatta Gramer Okulunda bile iki haftada bir kaçmayı başarmıştı. Gramer Okulunda bir çocuk vardı, bir müzayedecinin oğluydu, her tür el yazısını kopyalayıp annenizden bir mektubu taklit eder, bir gün önce hasta olduğunuzu yazardı. Tabii ki Kara El’e katılmak için deliriyordum ama Joe her zaman beni durduruyor ve etrafta dolaşan lanet olası küçük çocuklar görmek istemediklerini söylüyordu.
Aslında beni en çok cezbeden balığa çıkma fikriydi. Sekiz yaşıma kadar hiç balık tutmamıştım, bazen dikenli balık yakalayabildiğin şu ucuz ağlarla tutmuşluğum vardı sadece. Annem bizi her zaman su kıyısına göndermekten çok korkardı. Balık tutmayı o günlerde anne-babaların her şeyi “yasakladığı” gibi “yasaklamıştı” ve yetişkinlerin yuvarlak köşeleri göremediklerini henüz anlamamıştım. Ancak balık tutmaya gitme fikri, beni heyecandan neredeyse çıldırtıyordu. Çoğu zaman Değirmen Çiftliği’ndeki göletin önünden geçip küçük sazanların yüzeye çıkışını, bazen de köşedeki söğüt ağacının altında gözüme kocaman görünen elmas biçimli büyük bir sazanın, sanırım on beş santim uzunluğunda, aniden yüzeye çıkıp bir kurtçuğu yudumlayıp tekrar batışını izlerdim. Ana caddede olta takımlarının, silah ve bisikletlerin satıldığı Wallace’ın dükkân camına burnumu yapıştırıp, orayı izleyerek saatler geçirirdim. Yaz sabahları uyandıktan sonra yatağın içinde Joe’nun bana balık tutmayla ilgili anlattığı hikâyeleri düşünürdüm ekmeği nasıl karıştırdıklarını, şamandıranın bir süre sallandıktan sonra suya nasıl daldığını anlatırdı ve onu dinlerken oltanın büküldüğünü ve balıkların çizgide çekildiğini hissediyordum. Bu konuyu konuşmanın bir faydası var mı bilmiyorum, bir çocuğun gözünde balıkların ve olta takımlarının nasıl sihirli göründüğünü herkes bilir.