Джордж Оруэлл

Boğulmamak İçin


Скачать книгу

yapışkan pembe bir şey vardı. Bunların hepsi yok oldu. Caraway Comfits, çikolata pipoları ve şeker kibritleri ve hatta neredeyse hiç görmediğiniz Yüzlerce ve Binlerce de öyle. Yüzlerce ve Binlerce, sadece bir çeyrek peniniz varsa harika bir kurtarıcıydı. Peki ya Penny Canavarı? Bugünlerde bir Penny Canavarı görebilen var mı? Bu bir kuruşa alabileceğiniz koca bir şişe gazlı limonataydı ve savaşın çoktan öldürdüğü şeylerden biriydi.

      Geriye baktığımda her zaman yaz gibiydi. Çevremde kendim kadar uzun otları ve topraktan gelen sıcaklığı hissedebiliyorum. Şeritteki toz ve ela dallarından gelen ılık yeşil ışığı da… Üçümüzü yolda giderken çalılardan bir şeyler koparıp yediğimizi görebiliyorum, Katie bir yandan kolumdan çekiştirip “Gelsene Bebeğim!” diyor ve arada Joe’ya sesleniyor: “Joe! Hemen buraya gel! Görürsün sen!” Joe kocaman bir kafası ve çok büyük baldırları olan iri yarı, her zaman tehlikeli şeyler yapan çocuklardandı. Yedi yaşında kısa pantolonlar giymeye başlamıştı bile, dizlerinin üzerine çekilen kalın siyah çoraplar ve o günlerde erkeklerin giymek zorunda kaldıkları büyük topak çizmeleri de vardı. Bense hâlâ fraklar içindeydim, annemin benim için yaptığı bir tür Felemenk önlüğü. Katie, büyük abladan kız kardeşe kalan bir yetişkin elbisesinin korkunç bir parodisini giyerdi. Arkasından atkuyrukları sarkan gülünç, büyük bir şapkası, yerde sürüklenen uzun, sürüklenmiş bir eteği ve düğmeli, topuklu botları vardı. Minicik bir kızdı, Joe’dan birazcık daha uzun ama çocuklara bakacak kadar büyük. Öyle bir ailede bir çocuk, sütten kesilir kesilmez diğer çocuklara “bakmaya” başlar. Bazen yetişkin bir kadın gibi olmaya çalışırdı ve sözünü bir atasözüyle kesmek gibi bir yolu vardı ki bu ona göre cevaplanamaz bir şeydi. “Umurumda değil.” desen, hemen cevap verirdi:

      “Umursama umursamak için yapıldı,

      Umursama önce asıldı,

      Sonra bir tencereye kondu

      Ve bitene kadar kaynatıldı.”

      Ya da ona kötü bir söz söylediğinizde, “Kötü söz sahibinindir.” ya da kendinizi bir şey sandığınızda, “Fazla gurur insanın gözünü kör eder.” derdi. Bir gün, bir asker gibi davranıyor ve kasılarak yürüyordum ki bir goblenin içine düştüm, böylece söylediği benim de başıma gelmiş oldu. Ailesi, bira fabrikasının arkasındaki gecekondu mahallesinde bir yerde, küçük pis bir fare deliğinde yaşıyordu. İçerisi çocuk kaynıyordu. Bütün aile, o günlerde yapılması oldukça kolay olan okula gitmekten kaçınmayı başarmıştı ve yürümeyi öğrenmeye başladıkları andan itibaren ayak işleri ve daha başka bir sürü garip işler yapmaya başlamışlardı. Ağabeylerden biri, bir cep saati çalmaktan bir ay tutuklandı. Bir yıl sonra Joe sekiz yaşına gelip artık bir kızın baş edemeyeceği kadar hırçın olmaya başlayınca kızcağız bizi yürüyüşlere götürmeyi bıraktı. Bizimki Katie’nin evinde beş kişinin bir yatakta yattığını öğrenmiş ve bu konuyla ilgili onu deli edene kadar alay etmişti.

      Zavallı Katie! İlk çocuk sahibi olduğunda on beş yaşındaydı. Kimse bebeğin babasının kim olduğunu bilmiyordu ve muhtemelen Katie kendisi de pek emin değildi. Çoğu bebeğin kardeşlerinden birinden olduğuna inanıyordu. Islahevi çalışanları bebeği aldı ve Katie Walton’da hizmete girdi. Bir süre sonra bir tamirciyle evlendi ki bu onun ailesinin standardının bile altındaydı. Onu en son 1913’te gördüm. Walton’da bisikletle dolaşıyordum ve demir yolu hattının yanındaki etrafı fıçı tahtası çitlerle çevrili, yılın bazı dönemlerinde polisten kaytaran Çingenelerin kamp yaptığı o korkunç tahta kulübelerden geçtim. Saçları birbirine karışmış, soluk yüzlü ve en az elli yaşlarında yaşlı, çirkin, buruşuk bir kadın kulübelerden birinden çıktı ve bir bez paspası silkelemeye başladı. Bu, en fazla yirmi yedi yaşlarında olması gereken Katie’di.

      2

      Perşembe günleri pazar kurulurdu. Kabak gibi yuvarlak kırmızı yüzleri ve kirli önlükleriyle, ellerinde uzun sopaları ve kuru inek gübresi ile kaplı kocaman çizmeleriyle kasabadan gelen adamlar sabahın erken saatlerinde hayvanlarını pazara sürerlerdi. Saatler süren korkunç bir gürültü olurdu: Havlayan köpekler, ciyaklayan domuzlar, kırbaçlarını kırıp küfür ederek ezilmekten kurtulmak isteyen esnaf minibüslerindeki çocuklar ve bağıran öküzlere sopalar fırlatan birileri… En büyük gürültü, pazara bir boğa getirilince olurdu. O yaşta bile aslında boğaların sadece huzur içinde ahırlarına gitmek isteyen zararsız, kurallara uyan hayvanlar olduğunu fark etmiştim ama bir boğa kasabanın yarısı tarafından kovalanmadığı sürece gerçek bir boğa sayılmıyordu. Bazen dehşete düşmüş bir hayvan, genellikle tam büyümemiş bir düve gevşerdi, herifler hemen bir ara sokakta hücum ederdi, sonra yolun ortasında bir tanesi durur, bir yel değirmeninin yelkenleri gibi kollarını geriye doğru sallar, “Huu! Huu!” diye bağırırdı. Bu hareket, güya hayvan üzerinde bir tür hipnotik etki bırakacaktı ancak kesinlikle onları korkutuyordu.

      Sabahın ilerleyen saatlerinde bazı çiftçiler dükkâna gelir, tohumları parmaklarıyla incelerdi. Aslında babam çiftçilerle çok az iş yaptı çünkü panelvanı yoktu ve veresiye mal verebilecek durumda değildi. Çoğunlukla, tüccarların atları için küçük çaplı işler veya kümes hayvanları yemi sattı. Değirmen Çiftliği’nden, gri çene sakallı cimri, yaşlı bir piç olan ihtiyar Brewer, yarım saat boyunca orada durur, tavuk mısır örneklerini parmaklar ve çaktırmadan cebine biraz atardı ve elbette sonunda hiçbir şey satın almadan çıkardı. Akşamları barlar sarhoş adamlarla doluydu. O günlerde bira iki peni bir pint ederdi ve günümüzdeki biranın aksine tadı tuzu vardı. Boer Savaşı boyunca orduya asker alan çavuş, her perşembe ve cumartesi gecesi iki dirhem bir çekirdek giyinir, George’un barında özgürce parasını harcardı. Bazen ertesi sabah onu, gözü göremeyecek kadar sarhoş olduğu bir anda paralarını alan ve sabah dışarı çıkmasının yirmi paunda mal olacağını fark eden, koyun gibi, kırmızı suratlı bir çiftçi çocuğunun arkasında görürdünüz. İnsanlar geçip gittiklerini gördüklerinde sanki bir cenaze töreniymiş gibi kapılarında durur ve başlarını sallarlardı. “İşe bak! Çavuş olmuş bir de! Düşünsenize! Böyle gencecik bir adam!” Onları şoke ediyordu bu. Onların gözünde birinin askere alınması, bir kızın sokaklara düşmesiyle aynı şeydi. Savaşa ve orduya karşı tavırları çok ilginçti. Kızıl ceketlilerin yeryüzünün pisliği olduğu ve orduya katılan herkesin içkiden ölüp cehenneme gideceğine dair eski güzel İngiliz fikirlerine sahiptiler. Ama aynı zamanda iyi vatanseverlerdi, pencerelerine Union Jacks yapıştırırlar ve İngilizlerin savaşta asla yenilmediğini ve asla yenilmeyeceğini bir inanç olarak kabul ederlerdi. O zamanlar herkes, Anglikan Protestanları bile ince kırmızı çizgi ve uzaktaki savaş alanında ölen asker çocuk hakkında duygusal şarkılar söylerdi. Bu askerlerin her zaman “uçan mermi ve bombalardan” öldüklerini hatırlıyorum. Bu bir çocuk olarak kafamı karıştırırdı. Mermiyi anlayabiliyordum ama havada uçuşan buruşuk top mermileri zihnimde tuhaf bir resim oluştururdu. Mafeking kurtarıldığında insanlar neredeyse çatıdan bağırıyorlardı ve bu insanların Boerların bebekleri havaya fırlatıp süngüleriyle eğdiklerine dair hikâyelere inandıkları zamanlar da olmuştu. Yaşlı Brewer çocukların arkasından “Krooger!” diye bağırıp dalga geçmelerinden o kadar bıkmıştı ki savaşın sonlarına doğru sakallarını tıraş etti. İnsanların Hükûmet’e karşı tavırları da aynıydı. Hepsi çok sadık İngilizlerdi; Victoria’nın gelmiş geçmiş en iyi kraliçe olduğuna, yabancılarınsa pislik olduklarına yemin ederlerdi ama aynı zamanda kimse vergi ödemeyi düşünmez, hileyle atlatmanın bir yolunu bulabilseler köpek ruhsatı bile almak istemezlerdi.

      Savaştan önce ve sonra Aşağı Binfield liberal bir seçim bölgesiydi. Savaş sırasında Muhafazakârların kazandığı bir ara seçim oldu. Yaşım mevzuyu tam kavrayacak kadar büyük değildi, tek