Морган Райс

Onurun Bedeli


Скачать книгу

ele geçirmişlerdi.

      Bunun farkına varan adamlar bir sevinç çığlığı attı. Duncan olduğu yerde durmuş, kılıcındaki ve zırhındaki kanı silip, anın tadının çıkarırken, Anvin, Arthfael, Seavig, Kavos ve Bramthos yanına geldi. Kavos’un kolunda kan damlayan bir yara olduğunu fark etti.

      “Yaralanmışsın” dedi yarasının farkında değilmiş gibi görünen Kavos’a.

      Kavos yaraya baktı ve omuz silktikten sonra gülümsedi.

      “Bir güzellik izi” diye cevapladı.

      Duncan savaş alanını gözden geçirdi. Alanda birçok ölü vardı ve bunların çoğunluğunu Pandesialılar oluşturuyordu; kendi adamlarından çok az ölen vardı. Daha sonra başını kaldırıp, üzerlerinde ihtişamla dikilen ve bulutların arasında kaybolan, buzlu Kos tepelerine baktı ve ne kadar yükseğe tırmanmış olduklarına ve bu yüksekliği ne kadar büyük bir hızda indiklerine hayret etti. Yaptıkları, yıldırım hızında bir saldırıydı, sanki gökten ölüm yağmıştı ve plan işe yaramıştı. Saatler önce ele geçirilemezmiş gibi duran Pandesia garnizonu artık ellerindeydi ve dümdüz bir harabeye dönmüştü. İçindeki tüm adamlar şimdi kan gölü içinde, alacakaranlık gökyüzü altında, yerde yatıyordu. Manzara gerçeküstü gibiydi. Koslu savaşçılar kimseye ayrıcalık tanımamış, kimseye acımamıştı ve durdurulamaz bir güç haline gelmişti. Duncan artık onlara daha bir saygı duyuyordu. Onlar Escalon’un özgürleştirilmesinde hayati önem taşıyan ortakları olabilirdi.

      Kavos da nefes nefese bir şekilde, cesetleri inceledi.

      “İşte ben buna çıkış planı derim” dedi.

      Duncan onun cesetleri incelerken ve adamları silahlarından ölümü sıyırırken sırıttığını görebiliyordu.

      Duncan başıyla onayladı.

      “Ve güzel bir çıkış oldu” diye cevapladı.

      Duncan dönüp batıya, kalenin dışına, batmakta olan güneşe doğru göz gezdirdi ve gözüne bir hareketlilik takıldı. Gözlerini kıstı ve kalbini ısıtan bir manzara gördü, bir şekilde görmeyi umduğu bir manzaraydı bu. Ufukta, kendi savaş atı, sürünün, yüzlerce savaş atının önünde gururla duruyordu. Atı her zaman Duncan’ın nerede olacağını sezerdi ve orada, sadık bir şekilde onu bekliyor olurdu. Duncan duygulanmıştı, eski dostunun, ordusunu başkente götürecek olduğunu biliyordu.

      Duncan bir ıslık çaldı ve atı dönüp ona doğru koşmaya başladı. Diğer atlar da onu takip etti ve alacakaranlık gökyüzünü, karlı zeminde onlara doğru dörtnala koşarak gelen at sürüsünün çıkarttığı gümbürtü doldurdu.

      Duncan’ın yanında duran Kavos hayranlık içinde başını salladı.

      “Atlar” dedi Kavos onların yaklaşmalarını seyrederken, “Kendim Andros’a yürüyerek gidebilirdim.”

      Duncan gülümsedi.

      “Gidebileceğinden eminim dostum.”

      Atı yakınına geldiğinde Duncan öne çıktı ve eski dostunun sağrısını okşadı. Duncan atına bindi ve onunla birlikte tüm adamları da atlarına bindiler. Binlerce adamdan oluşan at sırtında bir ordu… Atlarının sırtında, tepeden tırnağa silahlı bir şekilde oturmuş alacakaranlığı tarıyorlardı ve artık önlerinde başkente giden karlı vadilerden başka hiçbir şey yoktu.

      Duncan, nihayet bir eşikte olduklarını hissettiğinden içi heyecanla dolmuştu. Zaferi hissedebiliyor, havada zaferin kokusunu alabiliyordu. Kavos onları dağdan aşağı indirmişti, şimdi gösteri sırası kendisindeydi.

      Duncan kılıcını çekerken tüm adamların, tüm orduların gözlerinin üzerinde olduğunu hissediyordu.

      “SAVAŞÇILAR!” diye bağırdı. “Andros’a hücum!”

      Herkes hep bir ağızdan büyük bir savaş çığlığı attı ve onunla birlikte, karlı vadilerin arasında, gecenin içine doğru atağa kalktı. Hepsi de başkente ulaşıp hayatlarındaki en büyük savaşa başlayana kadar hiçbir sebeple durmamaya hazırdı.

      BÖLÜM DÖRT

      Kyra söken şafağa doğru baktı ve tepesinde dikilen bir figür gördü. Doğan güneşe karşı duran bu silüet yalnızca bir erkeğe, dayısına ait olabilirdi. Adam daha seçilebilir hale geldiğinde Kyra gözlerine inanamaz bir şekilde bakıyordu. Tam önünde nihayet, tanışmak için Escalon’u boydan boya geçip geldiği, ona kaderini gösterecek ve onu eğitecek adam duruyordu. Bu adam annesinin ağabeyi ve hiç tanımadığı annesiyle arasındaki tek bağlantıydı.

      Adam ışıktan çekilip yüzü görülebilir hale gelirken Kyra’nın kalbi beklenti içinde hızla atıyordu.

      Kyra büyülenmişti; adam şaşırtıcı derecede kendisine benziyordu. Kyra daha önce kendisine bu kadar çok benzeyen kimseyle tanışmamıştı; hatta babası bile umduğu kadar çok kendisine benzemiyordu. Bu dünyada her zaman bir yabancı gibi hissetmiş, herhangi bir gerçek soya bağlı olduğunu düşünmemişti. Fakat şimdi bu, dimdik ve gururlu duran, geniş omuzlara sahip, tıraşsız, çıkık ve keskin elmacık kemikli yüzünü, parlak gri gözleri olan, parlak altın zincir zırh giyen, açık kahverengi saçları çenesine kadar inen, kırklı yaşlarındaki adamı görünce, onun özel biri olduğunu fark etti. Dolayısıyla kendisi de özel hale geliyordu. Hayatında ilk defa bunu hissedebiliyordu. İlk defa birine, çok güçlü bir soya, kendisinden çok daha büyük bir şeye bağlı olduğunu hissediyordu. Dünyaya karşı bir aidiyet hissediyordu.

      Karşısındaki bu adam açık bir şekilde farklıydı. Bir savaşçı olduğu kesindi, onurlu ve asildi; fakat bir kılıç, bir kalkan veya herhangi bir tür silah taşımıyordu. Sadece Kyra’yı büyüleyen ve keyiflendiren tek bir şeye sahipti: bir altın asaya. Bir asa. Bu adam tam onun gibiydi.

      “Kyra” dedi adam.

      Adamın sesi Kyra’nın içinde çınladı, çok tanıdık bir sesti, kendi sesine çok benzeyen bir ses… Adamın konuştuğunu duymak onda sadece adamla değil aynı zamanda onu daha da heyecanlandıracak şekilde, annesiyle de bağlantı kurduğunu hissetmesine neden olmuştu. Tam karşısında annesinin erkek kardeşi duruyordu. Annesinin kim olduğunu bilen adam… Nihayet gerçeği öğrenebilecekti; artık hayatında sır kalmayacaktı. Kısa süre içinde hayatı boyunca merak ettiği kadının kim olduğunu öğrenebilecekti.

      Adam elini uzattı ve Kyra da uzanıp adamın elini tutup ayağa kalktı. Bacakları, kulenin önünde gece boyunca oturduğu için uyuşmuştu. Adamın eli kaslı ve güçlüydü, fakat şaşırtıcı şekilde de yumuşaktı ve ayağa kalkmasına yardım etmişti. Leo ve Andor adama doğru yaklaştı; fakat alışılmış şekilde hırlamamaları Kyra’yı şaşırtmıştı. Onun yerine ikisi de yaklaşıp, sanki adamı çok uzun zamandan beri tanıyormuş gibi elini yaladılar.

      Daha sonra Kyra’yı daha da şaşırtacak şekilde, sanki adam onlara sessizce komut vermiş gibi, hazırolda durmaya başladılar. Kyra daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Bu adam nasıl güçlere sahip olabilirdi?

      Kyra adama amcası olup olmadığını sorma gereği bile hissetmemişti; bunu vücudunun her milimetresinde hissedebiliyordu. Adam güçlü ve gururluydu, Kyra’nın sahip olacağını umduğu her şeye sahipti. Adamda başka bir şey daha vardı; Kyra’nın tam olarak kavrayamadığı bir şey… Adamdan mistik bir enerji yayılıyordu; bir sükûnet aurası vardı fakat aynı zamanda güçlüydü de.

      “Dayı” dedi Kyra. Bu kelimenin tınısını sevmişti.

      “Bana Kolva diyebilirsin” diye yanıtladı adam.

      Kolva. İsim bir şekilde ona hiç yabancı gelmiyordu.

      “Seni