Морган Райс

Onurun Bedeli


Скачать книгу

alınmasına sebep olacak bir şey mi söylemişti?

      Ona yetişebilmek için acele etti Leo ve Andor da yanından geliyordu.

      “Kule” dedi kafası karışmış bir şekilde “İçeri girmeyecek miyiz?”

      Dayısı gülümsedi.

      “Belki daha sonra” diye yanıtladı.

      “Fakat kuleye ulaşmam gerektiğini sanıyordum.”

      “Ulaştın da” dedi dayısı “Fakat içeri girmeyeceksin.”

      Dayısı hızla ilerleyip ormana girerken Kyra neler olduğunu anlamakta zorlanıyordu. Yetişebilmek için adımlarını hızlandırdı. Dayısının asası tıpkı kendi asası gibi toprak ve yaprakların üzerinde tıkırdıyordu.

      “Peki, nerede eğitim yapacağız?” diye sordu Kyra.

      “Tüm büyük savaşçılar nerede eğitiliyorsa orada eğitim yapacaksın” diye yanıtladı dayısı. İleri baktı. “Kulenin arkasındaki ormanda…”

      Dayısı ormana girdi. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, yavaş bir tempoyla yürüyormuş gibi görünse de Kyra ona yetişebilmek için neredeyse koşmak zorunda kalıyordu. Aklından milyonlarca soru geçerken dayısının etrafındaki gizem derinleşiyordu.

      “Annem yaşıyor mu?” diye sordu aceleyle, merakını dizginleyememişti. “Annem burada? Onunla hiç görüştün mü?”

      Dayısı hafifçe gülümsedi ve yürümeye devam ederken başını salladı.

      “Çok fazla soru soruyorsun” dedi. Uzun bir süre yürüdü. Orman garip yaratıkların sesleriyle dolmuştu. Nihayet “Soruların burada çok fazla anlamı olmadığını anlayacaksın. Cevaplar ise daha da anlamsız. Kendi cevaplarını bulmayı öğrenmelisin. Cevaplarının kaynağı. Ve hatta daha da fazlası; sorularının kaynağını…”

      Ormanın içinde yürürlerken Kyra’nın kafası karışmıştı. Parlak yeşil ağaçlar bu gizemli yerde etrafında parıldıyor gibi görünüyordu. Kısa süre sonra kule gözden kayboldu ve dalgaların sesi iyice azaldı. Yol her yöne dağılırken Kyra takip etmekte zorlanıyordu.

      İçi sorularla dolup taşıyordu ve sonunda sessizliğini daha fazla koruyamadı.

      “Beni nereye götürüyorsun?” diye sordu. “Beni eğiteceğin yere mi gidiyoruz?”

      Dayısı hızla akan, kadim ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla ilerleyen bir derenin üzerinden geçerek yürümeye devam etti. Kyra topuklarının üzerinde dayısını takip ederken, ağaçların kabukları ışıltılı bir yeşil renkte parlıyordu.

      “Seni ben eğitmeyeceğim” dedi dayısı. “Dayın eğitecek.”

      Kyra afallamıştı.

      “Dayım mı?” dedi. “Senin dayım olduğunu sanıyordum.”

      “Öyleyim” dedi dayısı. “Ve bir dayın daha var.”

      “Bir tane daha mı?” diye sordu Kyra.

      Nihayet ormanını içinde bir açıklığa ulaştılar. Dayısı tam sınırda durdu ve Kyra da soluk soluğa bir şekilde gelip onun yanında durdu. Kyra önüne baktı ve gördüğü şey karşısında donup kaldı.

      Açıklığın karşı tarafında muazzam büyüklükte bir ağaç duruyordu; hayatında gördüğü en büyük ağaçtı. Kadim ağacın dalları her yere yayılıyordu ve yaprakları parlak mor renkteydi. Gövdesi dokuz metre genişliğindeydi. Dallar kıvrılarak birbirlerinin arasına giriyor ve küçük bir ağaç kulübe oluşturuyordu. Yerden yaklaşık üç metre yüksekte duran bu ağaç ev sanki bin yıllardır oradaymış gibi duruyordu. Dalların arasından hafif bir ışık geliyordu. Kyra yukarı baktı ve dalların ucunda, sanki meditasyon yapıyormuş gibi oturarak onlara bakan, tek başına bir figür fark etti.

      “O da senin dayın” dedi Kolva.

      Kyra olan bitenden hiçbir şey anlayamamıştı, yüreği ağzındaydı. Dayısı olduğu söylenen adama baktı ve kendisine bir oyun oynanıp oynanmadığını anlamaya çalıştı. Dayısı, on yaş civarında bir oğlanı andırıyordu. Mükemmel bir şekilde dik oturuyor, sanki meditasyon yapıyormuş gibi dümdüz ileri bakıyor; ama gerçekten onlara bakmıyordu. Gözleri parlak maviydi. Oğlansı yüzü, sanki bin yaşındaymış gibi çizgilerle doluydu, cildi koyu kahverengiydi ve yaşlılık lekeleriyle doluydu. Boyu bir buçuk metreden kısaydı. Yaşlılık hastalığına yakalanmış bir oğlanı andırıyordu.

      Kyra buna ne anlam vereceğini bilemiyordu.

      “Kyra” dedi dayısı “Alva ile tanış.

      BÖLÜM BEŞ

      Merk, hiç geçemeyeceğini düşündüğü, yüksek altın kapıların arasından geçerek Ur Kulesine girdi. İçerideki ışık gözlerini kör edecek kadar parlaktı. Bir elini kaldırıp gözlerine siper etti ve o anda gördüğü şey karşısında büyülendi.

      Tam karşısında gerçek bir Gözcü duruyordu. Merk’e bakan sarı gözleri deliciydi. Bu gözler kapının arkasından, aralıktan Merk’e bakan, onu tedirgin eden gözlerdi. Gözcünün üzerinde sarı, dökümlü bir cübbe vardı, kolları ve bacakları görünmüyordu ve görülebilen çok az cildi de solgundu. Şaşırtıcı derecede kısa boylu adamın uzun bir çenesi, çökük yanakları vardı. Adam ona doğru bakarken Merk kendini rahatsız hissetti. Adamın önünde, elinde tuttuğu altın asadan ışık yansıyordu.

      Gözcü onu sessizce inceledi. Arkasında kalan kapılar kapanıp onu kulenin içine hapsederken Merk sırtında bir karıncalanma hissetti. Kapıların kapanma sesi boş duvarlarda yankılanırken istemsiz bir şekilde ürperdi. Günlerdir doğru düzgün uyuyamamak, kâbuslar ve kuleye girebilme takıntısı nedeniyle ne kadar gergin olduğunu fark etti. Artık içerideydi sanki yeni evine girmiş gibi bir aidiyet duygusu hissediyordu.

      Merk Gözcünün kendisini buyur etmesini ve nerede olduğunu açıklamasını beklemişti. Fakat tam aksine, adam arkasını dönüp hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı ve Merk’i orada tek başına ve merak içinde bıraktı. Merk adamı takip edip etmemesi gerektiğini bile bilmiyordu.

      Gözcü alanın uzak ucunda spiral şekilli, fildişi bir merdivene geçti ve Merk’i şaşırtacak şekilde, yukarı çıkmak yerine aşağı yöneldi. Adam hızla indi ve gözden kayboldu.

      Merk sessiz ve afallamış bir şekilde olduğu yerde durdu; kendisinden ne yapmasının beklendiğini bilemiyordu.

      “Seni takip etmeli miyim?” diye seslendi sonunda.

      Merk’in sesi, sanki kendisiyle alay eder gibi, duvarlardan yankılanıp geri döndü.

      Merk kulenin içini inceleyerek etrafına bakındı. Etrafındaki parıltılı duvarlar som altından yapılmıştı, kadim siyah bir mermerle kaplı zeminde altın çizgiler vardı. İçerisi loştu ve sadece duvarlardan gelen gizemli bir parlaklıkla aydınlatılıyordu. Yukarı bakıp fildişinden oyulma merdivenleri gördü. İlerleyip başını geri yaslayınca merdivenlerin en tepesinde altın bir çatı olduğunu gördü. Neredeyse yüz metre yüksekliğindeydi ve güneş ışığını süzerek içeri veriyordu. Yukarıda farklı katlar ve farklı sahanlıklar ile zeminler vardı. Yukarıda neler olduğunu merak etti.

      Daha da meraklı bir şekilde aşağı baktı. Aşağıda da katlar yerin altına doğru devam ediyordu. Gözcü de o yönde gözden kaybolmuştu. Muhteşem güzellikteki merdivenler her iki yönde de, hem cennetin en üst katlarına çıkıyor hem de cehennemin en dibine iniyormuş gibi kıvrılarak devam ediyordu. Merk en çok da, Escalon’u koruyan o efsanevi kılıç, Ateş Kılıcı’nın bu duvarlar içinde bir yerde olup olmadığını merak ediyordu. Kılıcın sadece