ve kasvetli bir gündü, hapşırıklar, salyalar ve sıkıcı bir rutinle geçiyordu. Martin, daha çok Ahlberg’i neşelendirmek için iki kez Motala’yı aramıştı çünkü kanal havuzlarında buldukları cesetle bağlantısını kuramazlarsa, ortaya çıkardığı yeni bilginin hiçbir işe yaramayacağını düşünüyordu adam.
“Sanırım insan onca zaman köpek gibi bir işin peşinde koşup da sonuç alamayınca bazı şeyleri abartabiliyor.”
Ahlberg ezik ve pişman bir ses tonuyla konuşmuştu. Neredeyse iç parçalayıcıydı.
Räng’de kaybolan kız hâlâ bulunamamıştı. Onu endişelendiren bu değildi. Bir elli üç boyundaydı, sarışındı, Bardot gibi saçları vardı.
Saat beşte Martin eve taksi tuttu ancak metro istasyonunda inip son kısmı yürümek istedi çünkü karısı eğer onun taksiden indiğini görürse, kafayı yedirten bir tasarruf tartışması çıkacaktı ve bununla hiç uğraşacak hali yoktu.
Hiçbir şey yiyemedi, sadece papatya çayı içebildi. “Ne olur ne olmaz, bir de midem ağrımasın,” diye düşündü Martin Beck. Sonra gidip uzandı ve anında uyuyakaldı.
Ertesi sabah kendini daha iyi hissediyordu. Bir bisküvi yedi ve karısının, önüne koyduğu kaynamış ballı suyu sebatla içti. Sağlığı ve devletin memurlarına dayattığı makul olmayan talepler üzerine tartışma uzadıkça uzadı ve Kristineberg’deki ofisine vardığında saat onu çeyrek geçiyordu.
Masasında bir telgraf vardı.
Bir dakika sonra Martin Beck, ‘Rahatsız Etmeyin’ ışığı yanmasına rağmen şefinin odasına kapıyı tıklatmadan girdi. Sekiz yıldır ilk kez yapıyordu bunu.
Her daim orada olan Kollberg ve Müdür Hammar masanın kenarına yaslanmış, bir apartman dairesinin planını inceliyordu. İkisi de hayretler içinde Martin’e baktı.
“Kafka’dan bir telgraf aldım.”
“Mesaiye şahane başlamışsın,” dedi Kollberg.
“Adamın adı bu. Amerika, Lincoln’deki komiserin adı. Motala’daki kadının kimliğini teşhis etmiş.”
“Bunu telgrafla yapabiliyor mu?” diye sordu Hammar.
“Görünüşe göre evet.”
Martin telgrafı masaya koydu. Üçü birlikte metni okudular.
BU BİZİM KIZ EVET. ROSEANNA MCGRAW, 27 YAŞINDA, KÜTÜPHANE MEMURU. AYRINTILARI EN KISA ZAMANDA PAYLAŞACAĞIZ.
KAFKA, CİNAYET MASASI
“Roseanna McGraw,” dedi Hammar. “Kütüphane memuru. İşte bu hiç aklına gelmemiştir.”
“Başka bir teorim vardı,” dedi Kollberg. “Kızı Mjölby’den sanıyordum. Lincoln neresi?”
“Nebraska’da, ülkenin ortalarında bir yerde,” dedi Martin Beck. “Sanırım.”
Hammar telgrafı bir kere daha okudu.
“O zaman tekrar işe koyulsak iyi olur,” dedi. “Bu bize pek bir şey vermiyor.”
“Yeter de artar bile,” dedi Kollberg. “Boş adam değiliz ya.”
“Öyle olsun,” dedi Hammar sakince. “Ama sen ve ben önce elimizdeki vakayı kapatmak zorundayız.”
Martin Beck odasına geri döndü, bir saniye oturup saç diplerine parmaklarıyla masaj yaptı. Bu yeni gelişmenin ilk şaşkınlığını üzerinden atmıştı biraz. Yüz davadan doksan dokuzunda ta en başında ellerinde olacak bilgiye üç ayda ulaşabilmişlerdi. Yapılması gereken esas işlerin tümü hâlâ duruyordu.
Elçilik çalışanları ve Bölge Polis Şefi bekleyebilirdi. Ahizeyi kaldırıp Motala’nın alan kodunu çevirdi.
“Evet,” dedi Ahlberg.
“Kimliği tespit edildi.”
“Kesin mi?”
“Öyle görünüyor.”
Ahlberg hiçbir şey demedi.
“Amerikalıymış. Nebraska’da Lincoln denen bir yerdenmiş. Yazıyor musun?”
“Evet.”
“Adı Roseanna McGraw. Harfleri kodluyorum: Rudolf’un R’si, Olof’un O’su, Sigurd’un S’si, Erik’in E’si, Adam’ın A’sı, Niklas’ın N’si, yine Niklas’ın N’si, Adam’ın A’sı. İkinci kelime: Martin’in M’si büyük harfle, Cesar’ın C’si, Gustav’ın G’si büyük harfle, Rudolf’un R’si, Adam’ın A’sı, Wilhelm’in W’su. Yazdın mı?”
“Tabii, yazdım.”
“Yirmi yedi yaşındaymış, kütüphane memuruymuş. Şu anda tek bildiğim bu.”
“Bunu nasıl başardın?”
“Benim yaptığım bir şey yok, rutin işleyiş. Bir süre sonra onu aramaya başlamışlar işte. Interpol üzerinden değil. Büyükelçilik üzerinden.”
“Ya gemi?” dedi Ahlberg.
“Ne dedin?”
“Gemi. Amerikalı bir turist gemiden değilse eğer, nereden gelmiş olabilir ki başka? Belki benim gemiden değildir de özel bir yattandır. Buradan çok yat geçer.”
“Turist olup olmadığını bilmiyoruz.”
“Doğru. Ben hemen yola çıkıyorum. Burada bir tanıdığı varsa ya da burada yaşamışsa yirmi dört saat içinde öğrenmiş olurum.”
“İyi. Daha fazla bilgi edinir edinmez seni ararım.”
Martin Beck, Ahlberg’in kulağına hapşırarak konuşmayı sonlandırdı. Pardon diyene kadar karşı taraf kapatmıştı.
Baş ağrısına ve tıkalı kulaklarına rağmen uzun zamandır olmadığı kadar kendini iyi hissediyordu. Bir uzun mesafe koşucusu start verilmeden bir saniye önce ne hissediyorsa aynısını hissediyordu sanki. Onu endişelendiren yalnızca iki şey vardı: Katil koşuya start verilmeden önce başlayıp üç ay fark atmıştı ve hangi yöne koştuğu belli değildi.
Bu huzur bozan bakış açısı ve bilinmeyenlere dair spekülasyonlarla birlikte, polis beyni çoktan, kesin sonuçlar elde edeceğinden emin olduğu sonraki kırk sekiz saatlik araştırmanın planını çiziyordu. Kum saatindeki taneciklerin hepsinin eninde sonunda döküleceği ne kadar kesinse bu da o kadar kesindi.
Üç aydır Martin Beck bundan başka şey düşünmemişti. Soruşturmanın gerçek anlamda başlayacağı anı aklından çıkarmamıştı. Zifiri karanlıkta bir bataklıktan çıkmaya çalışmak gibiydi ve şu anda ilk kez ayağının altında sert bir yüzey hissediyordu. Bir sonraki fazla uzak olmayacaktı.
Çabucak sonuca varmayı beklemiyordu. Ahlberg’in Lincoln’lü kadının Motala’da çalıştığını ya da şehre arkadaşlarını ziyarete geldiğini veyahut oraya hiç gidip gitmediğini dahi öğrenebilmesi, Martin için katilin, masasına yaklaşıp cinayet kanıtını önüne koymasından daha çok şaşırtıcı olacaktı.
Öte yandan, ABD’den gelecek ek bilgi ve belgeleri de sabırsızlıkla bekliyordu. Amerika’daki adamın göndereceği ifadelerin farklı versiyonlarını ve Ahlberg’in, hiçbir dayanağı olmasa da kadının oraya tekneyle geldiğine dair inatçı kanaatini kafasında evirip çevirdi. Cesedin suyun kenarına bir arabayla getirildiğini düşünmek daha mantıklıydı.
Hemen sonra Komiser Kafka geldi aklına, adamın neye benzediğini ya da çalıştığı polis merkezinin TV’de gördüklerine benzeyip benzemediğini merak etti.
Tam şu anda Lincoln’de saat kaçtı ve acaba kadın nerede yaşıyordu, bunları da merak etti. Evi