bu kez Budapeşte’ye götürüyor, yıl 1966. Sovyetler Birliği ayakta, Doğu Berlin, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya…
Otuz iki yaşındaki İsveçli gazeteci Alf Matsson, pek de nitelikli olmayan haftalık bir gazetede Doğu Avrupa muhabiri/yazarı olarak çalışır. Sıklıkla Doğu Bloku ülkelerine seyahat eder, oradaki spor ve sanat insanlarıyla röportajlar yapar. Matsson, yine bir haber yapmak üzere Budapeşte’ye gider, ancak ondan bir daha haber alınamaz. Bir haftadır haber alınamayan bu gazeteciyle ilgili diplomatik kriz çıkmaması için Dışişleri Bakanlığı Martin Beck’i görevlendirir. Martin Beck, Stockholm’den önce Doğu Berlin’e uçar, oradan Prag’a ve nihayet Budapeşte’ye… Kayıp gazetecinin kaldığı otele yerleşir ve araştırmalara başlar. 1966’ının yazında Budapeşte sokaklarına, leziz yemeklerine, şehre gelen turistlerin yapıp ettiklerine şahit olabildiğiniz nefis bir polisiye bu.
Budapeşte Emniyeti’nden Komiser Szluka ile Martin Beck’in gerilimli başlayan ilişkisi, sayfalar ilerledikçe daha ilginç bir hâl alır. Herhâlde çok az polisiyede sayfalar boyunca dedektifin sıcaktan bunalmasını, duşa girip çıkmasını, üstünü değiştirmesini ve günde üç öğün yediği yemeklerin detaylarını, o şehirde bulunma nedenlerine dair kendini ikna edemeyişini, hiçbir şey yapmadan sokaklarda dolanmasını hiç sıkılmadan okursunuz. Bunun tadına varabileceğiniz ve Martin Beck’le o eski dünyanın sokaklarında gezebileceğiniz bir roman Duman Olan Adam. Nihayetinde tüm bu iç sıkıntısı ve yazın sıcağı da Martin Beck’i durdurmuyor tabii, kayıp gazeteciye ne olduğu gün yüzüne çıkartılıyor.
1967’de yayımlanan serinin üçüncü kitabı, Balkondaki Adam. Bu yıl, Stockholm’deki parklara bir gaspçı dadanır. Özellikle orta yaşlı insanlara bazen gündüz saatlerinde bazen de akşam parklarda saldırır, paralarını, çantalarını alıp ortadan kaybolur. Sivil polisler tüm parklarda dolanıp durur ama uzun bir süre gaspçıyı yakalayamazlar. Derken bu parklardan birinde dokuz yaşındaki bir kız çocuğunun cesedi bulunur, tecavüz edildikten sonra öldürülmüş. Sonra bir çocuk cesedi daha… Tüm şehir, hatta tüm ülke sapık katilin yakalanacağı günü bekler büyük bir korkuyla. Ama Martin Beck ve ekibi için bu o kadar da kolay değildir; tanık yok, ipucu yok, bilgi yok… Polisler, bu korkunç suçun failini bir an önce bulabilmek için neredeyse tüm şehirde operasyon üzerine operasyon düzenlemeye başlar. Elbette romanın sonunda fail de nedenleri de ortaya çıkıyor. Balkondaki Adam, seride sisteme dair eleştirilerin biraz daha sertleştiği ilk roman denilebilir. Aslında bu eleştiriler serinin sonraki kitaplarında daha da artıyor.
Fakat bu büyük arama yapılmak zorundaydı ve yapıldı da. Saat on bir sularında polis operasyonu başladı ve bu operasyonun haberi sokakta ve uyuşturucu mağaralarında serseri bir yangın gibi yayıldı. Sonuç heves kırıcıydı. Hırsızlar, kaçakçılar, pezevenkler, fahişeler, hepsi deliğine girdi, hatta keşler bile. Saatler geçti ve operasyon hiç güç kaybetmeden devam etti. Bir hırsızı iş üstünde yakaladılar ve oldukça rahat dolanan bir kaçakçıyı enselediler. Polisin gerçekte başardığı tek şey çamuru bulandırmak oldu. Evsizleri, alkolikleri, uyuşturucu bağımlılarını, tüm ümidini yitirmiş olanları, sosyal devletin eli taşı kaldırdığında kaçacak gücü olmayanları uyandırmıştı. Bir tavan arasında on dört yaşında bir öğrenci kız çıplak bulundu. Kız elli tane Preludin hapı almış ve en az yirmi kere tecavüze uğramıştı. Fakat polis geldiğinde tek başınaydı. Kan revan ve pislik içindeydi ve vücudu morluklarla doluydu. Hâlâ konuşabiliyordu ve olan biteni yamuk yumuk anlattı, umursamadığını söyledi. Adamlar kızın giysilerini bile bulamadılar, bu yüzden onu eski bir battaniyeye sarmak zorunda kaldılar. Kızın söylediği adrese arabayla götürdüler. Kapıyı açan, annesi olduklarını tahmin ettikleri kişi kızın üç gündür kayıp olduğunu söyleyip onu eve almak istemedi. Kız merdivenlere yığılınca adamlar ambulans çağırdı. Buna benzer birçok vaka gün ışığına çıktı. 1
Serinin dördüncü romanı Gülen Polis şöyle açılır:
…Strandvägen’deki Amerikan Konsolosluğu ve ona çıkan yan sokaklar boyunca 412 polis memuru, bu sayının iki katı kadar göstericiyle mücadele ediyordu. Polisin göz yaşartıcı bombaları, tabancaları, kamçıları, copları, arabaları, motosikletleri, telsizleri, megafonları, köpekleri ve histerik atları da beraberindeydi. Göstericilerse ellerinde bir mektup ve karton dövizler taşıyordu ki kartonları, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında hamura dönmeye yüz tutmuştu. Homojen bir grup denemezdi çünkü kalabalığın içinde her türden insan bulunabilirdi; kot pantolonlu ve ekose kabanlı on üç yaşındaki öğrenci kızlardan tutun da ciddi suratlı siyasi üniversite öğrencilerine, ortalığı karıştırıp kışkırtanlardan profesyonel baş belalarına ve mavi ipek şemsiyeli, başında ressam şapkası, seksen beş yaşındaki en az bir sanatçıya kadar herkes oradaydı. Güçlü bir ortak amaç etrafında toplanmış, yağmura ve karşılarına çıkan her şeye göğüs germeye hazırdılar…
Yıl, 1968. Vietnam Savaşı’na karşı ABD Konsolosluğu önünde eylem yapan insanlar ve onlara sert bir biçimde müdahale eden polis. Yazarların dediği gibi “…bir doktor tanıdığı olan ya da paçayı sıyırmayı iyi bilen her polis memuru, bu tatsız görevden kaçınmayı başarmıştı.” Martin Beck ve Kollberg, bunlar olurken evde satranç oynayıp sohbet eder. Aynı akşam yol kenarında bir otobüs bulunur, içindeki insanlar katledilmiştir. Öldürülenlerden biri de cinayet büroda görev yapan bir dedektiftir. Gülen Polis, yazarların üsluplarını da değindikleri konuları da sertleştirdikleri roman olarak kabul edilir. Bu romanla ikili, Edgar Ödülü dahil pek çok ödülü almaya başlar.
Ayrıksı Kitap tarafından büyük bir titizlikle dilimizde yayımlanan ilk dört kitap kısaca böyle. Serinin diğer kitapları da yine Ayrıksı Kitap tarafından sırayla yayımlanacak. Kayıp İtfaiye Arabası, Savoy Cinayeti, Pis Adam, Kilitli Oda, Polis Katili ve Teröristler…
İsveç polisiyesinin temeli sayılan Martin Beck serisi, tüm Nordik polisiye kültürünü etkiledi dersek abartmış olmayız. Milenyum serisi ile tüm dünyada çok okunan yazar Stieg Larrson, topluma ve suça yaklaştığı yer nedeniyle bu seriden çok etkilendiğini belirtir örneğin. Ya da günümüz çok okunan yazarlarından Jo Nesbo, seriyi “İskandinav polisiyesinin mihenk taşları” olarak tanımlar. Çoğu okur gibi benim için de vazgeçilmez bir karakter olan Wallander serisinin yaratıcısı, usta yazar Henning Mankell kendisini en çok etkileyen serinin Martin Beck serisi olduğunu söyler, bu cümleyi Rebus serisinin yazarı Ian Rankin’den de duyabilirsiniz. Pek çok farklı ülkenin, farklı coğrafyanın dolayısıyla farklı kültürlerin yazarları, kendi yapıtlarını yazarken bu seriden etkilenmiştir.
Elli beş yıl sonra İsveç’in uzağında bir ülkedeyiz… Dilimizde Martin Beck serisi yıllar sonra tekrar yayımlanmaya başladığı için büyük bir heyecanla 2020’nin ilk sayısında dergimizin kapak dosyasını Martin Beck’e ayırdık. Peki neden? 221B okurlarının; DNA analizlerinin, cep telefonlarının, bilgisayarların, internetin, güvenlik kameralarının olmadığı yıllarda geçen cinayetleri ve bu cinayetleri soruşturan dedektifleri okumasını neden bu kadar tutkuyla isteyelim ki? Artık o yöntemler eskidi, artık polisiyede her şeyin büyük bir hızla, yüksek ritmle anlatılması ön koşul sayılıyor, öyle ki karakterlerin ve suçun nedenlerinin bile bir önemi kalmadı çoğu yazar ve okur için. Daha hızlı polisiye, daha zekice kurgulanmış suçlar, daha makbul sayılmıyor mu bugün?
Pek çoğumuzun aklından geçenlere Balkondaki Adam romanında öldürülen küçük kızın annesinin yanından çıkan Kollberg’in düşündükleriyle yanıt