Пер Валё

Pis Adam


Скачать книгу

Beck, kızın onun kim olduğunu bilmesi karşısında şaşırmıştı. Normalde Cinayet Masası Şefi olarak öyle ya da böyle halka mal olmuş bir karakter olmaktan rahatsızlık duyardı ama uzun zamandır gazetelerde resmi basılmamış ya da televizyona çıkmamıştı. Garson kızın onu tanıyışını, Peace’in, onu düzenli müşteriden saydığının bir işareti olarak algıladı. Yanında bu akşam olduğu gibi ona eşlik eden birinin olması alışıldık bir durum değildi.

      Karşısında oturan kız, kendi kızı Ingrid’di. On dokuz yaşındaydı ve kızın sapsarışın, Martin Beck’inse çok esmer olması haricinde son derece birbirlerine benziyorlardı.

      “Biraz daha kahve ister misin?” diye sordu Martin Beck.

      Ingrid hayır anlamında başını salladı ve garson kız hesabı getirmek üzere geri çekildi. Martin Beck, punsch şişesini buz kovasından çıkarıp kalan içkiyi iki kadehe paylaştırdı. Ingrid kendi içkisini yudumladı.

      “Bunu daha sık yapalım,” dedi.

      “Punsch mu içelim yani?”

      “Hımmm, çok güzel. Benim evimde olsun ama, Klostervägen’de. Hâlâ görmeye gelmedin.”

      Ingrid, anne babası boşanmadan üç ay önce evden ayrılmıştı. Martin Beck kızı Ingrid onu yüreklendirmese, acaba Inga ile tıkanma noktasına gelmiş evliliğini bitirmek için gücünü toplar mıydı diye hep merak ederdi. Ingrid evde mutlu değildi ve daha liseyi bitirmeden bir arkadaşıyla ayrı eve taşınmıştı. Şimdi üniversitede sosyoloji okuyordu ve Stocksund’da kendine yeni bir ev bulmuştu. Şimdilik bir odasını kiraya vermişti ama daha sonraları evin tümünü kendi başına ödemeyi planlıyordu.

      “Annem ve Rolf iki gün önce bana geldi,” dedi. “Sen de gelirsin diye umuyordum ama sana ulaşamadım.”

      “Yoktum, iki günlüğüne Örebro’ya gitmiştim. Nasıllar?”

      “İyiler. Annem yanında bir sandık dolusu eşya getirmişti. Havlular, peçeteler, o mavi kahve servisi ve ne olduğunu bilmediğim daha bir sürü şey. Ah, bir de Rolf’un doğum gününden bahsettik. Annem bizi de yemeğe davet etti. Sen de müsaitsen?”

      Rolf, Ingrid’den üç yaş küçüktü. Bir kız ve erkek kardeş ne kadar farklı olabilirse, o kadar farklıydılar ama hep iyi geçinirlerdi.

      Kızıl saçlı garson hesabı getirdi. Martin Beck parayı ödeyip kadehini boşalttı. Kol saatine baktı. Bire iki vardı.

      Ingrid, çabucak içkisinin son yudumlarını mideye indirerek, “Kalkalım mı?” dedi.

      Österläng Caddesi üzerinden kuzeye doğru yürüdüler.

      Yıldızlar görünüyordu ve hava gayet soğuktu. İki sarhoş ergen Drakens Gränd’den yürüyerek çıktılar, attıkları naralar eski binaların duvarlarında yankılandı.

      Ingrid elini babasının koluna sokup adımlarını ona uydurdu. Uzun bacaklı ve inceydi, iyice zayıflamış, diye düşündü Martin Beck, oysaki kızı rejim yapmam lazım diyordu.

      “Yukarı gelmek ister misin?” diye sordu Köpmantorget’e çıkan yokuşu tırmanırken.

      “Evet ama sadece taksi çağırmak için. Çok geç oldu, uyuman lazım.”

      Martin Beck esnedi.

      “Doğrusunu istersen bayağı yorgunum,” dedi.

      Bir adam Aziz George ve Ejderha heykelinin dibine çömelmişti. Alnı dizine yaslanmış vaziyette uyuyor gibi görünüyordu.

      Ingrid ve Martin Beck geçerken kafasını kaldırıp kalın bir sesle anlaşılmaz bir şeyler söyledi, sonra bacaklarını önüne uzattı ve çenesi göğsüne düşük halde tekrar uyuyakaldı.

      “Nicolai’de uyuyor olması gerekmiyor mu?” dedi Ingrid. “Hava çok soğuk.”

      “Eninde sonunda kendini orada bulur zaten,” dedi Martin Beck. “Yer varsa tabii. Ama artık ayyaşlarla ben ilgilenmiyorum. Uzun zaman oldu.”

      Sessizce Köpman Caddesi’ne girdiler.

      Martin Beck yirmi iki yıl önceki bir yazı düşünüyordu. O zamanlar Nicolai bölgesinde yayan devriye geziyordu. Stockholm o zamanlar farklı bir şehirdi. Eski Şehir, sessiz sakin, küçük bir kasabaydı. Elbette ayyaşlık, fakirlik ve sefalet diz boyuydu, ancak sonraları bütün gecekondu mahallelerini temizlemiş, binaları restore etmiş ve kiraları arttırmışlardı, böylece eski kiracıların kalmaya gücü yetmez olmuştu. Burada yaşamak çok modaydı ve Martin Beck artık, bu ayrıcalıklı bir avuç insandan biriydi.

      Asansörle en üst kata çıktılar. Bina yenilenirken yapılmış olan bu asansörden Eski Şehir’de çok yoktu. Martin Beck’in dairesi tamamen modern yapılmıştı ve bir hol, küçük bir mutfak, banyo ve pencereleri doğuda büyük bir avluya açılan iki odadan oluşuyordu. Odalar sıcak ve asimetrikti, derin köşeli pencereleri ve alçak tavanları vardı. İki odadan biri rahat tekli koltuklar ve sehpalarla döşenmişti, şömineliydi. Daha içeride kalan odada geniş raflar ve gömme dolapla çevrili bir çift kişilik yatak ve pencere kenarında, altında kocaman çekmeceleri olan bir şifonyer yer alıyordu.

      Ingrid paltosunu çıkarmadan gidip çalışma masasına oturdu, telefonu açıp taksi çağırdı.

      “Bir dakika bile kalamaz mısın?” diye seslendi Martin mutfaktan.

      “Hayır, eve gidip yatmam lazım. Yorgunluktan ölüyorum. Zaten sen de öyle.”

      Martin Beck itiraz etmedi. Birdenbire uykusu açılmıştı, oysaki bütün gece esnemişti, hatta sinemada Truffaut’nun 400 Darbe’sini izlerken neredeyse kafası öne düşüp uyuklayacaktı.

      Ingrid nihayet taksi buldu, mutfağa gelip Martin Beck’i yanaklarından öptü.

      “Bu güzel akşam için teşekkürler. Daha önce görüşemezsek de Rolf’un doğum gününde görüşürüz. İyi uykular.”

      Martin Beck kızını asansöre kadar geçirdi, iyi geceler diye fısıldadıktan sonra kapısını kapatıp evine girdi.

      Buzdolabından çıkardığı birayı büyük bir bardağa koydu, içeri yürüyüp masaya oturdu. Sonra şöminenin yanındaki müzik sistemine gitti, plaklarını karıştırdı ve Bach’ın Brandenburg konçertolarından birini koydu. Binada ses yalıtımı iyiydi, Martin Beck komşuları rahatsız etmeden sesi açabileceğini biliyordu. Masaya oturup birayı içti, biraz taze ve soğuktu. Punsch’un tatlı ve yapış yapış olan tadını alıp götürmüştü. Martin Beck Florida sigarasının kâğıt ağızlığını sıktı, sigarayı dişlerinin arasına sokup bir kibrit çaktı. Sonra çenesini eline yaslayıp pencereden dışarıya baktı.

      Avlunun diğer tarafında bu ilkbaharda ay ışığının aydınlattığı gökyüzü koyu mavi ve yıldızlıydı. Martin Beck müziği dinleyerek düşüncelerini serbest bıraktı. Son derece rahat ve huzurluydu.

      Plağın diğer tarafını koyunca yatağın üstündeki rafa yürüdü ve Flying Cloud adlı sürat teknesinin yarı tamamlanmış maketini aldı. Yaklaşık bir saat boyunca gemi direği ve gövdesiyle uğraştı, sonra maketi tekrar yerine koydu.

      Soyunurken önceden tamamladığı iki makete gururla baktı. Maketlerden biri Cutty Sark, diğeri de eğitim gemisi Danmark’tı. Yakında Flying Cloud’da bir tek direkleri tutan halatları yapması kalacaktı, bu kısım en zor ve en sıkıntılı bölümdü.

      Martin Beck çırılçıplak mutfağa yürüdü, küllüğü ve bira bardağını lavabonun yanında tezgâha koydu. Sonra yastığının üstündeki aplik hariç bütün ışıkları söndürdü, yatak odasının kapısını aralık kalacak şekilde kapatıp yattı.