yokluyordu. On saniye önce, ancak rahat bir oh denebilecek bir ses çıkarmıştı.
Çocuk korkmuş, diye düşündü Rönn. Güven veren bir sesle konuştu.
“Tamam, bakarız şimdi. Nerede?”
“Oraya ulaşmak biraz çetrefilli. Ben arabayla önden giderim.”
Rönn başıyla onaylayıp kendi arabasına döndü. Motoru çalıştırıp mavi ışıkları takip etti, ana hastanenin etrafında genişten alarak dönüp arsanın içine girdiler. Otuz saniye içinde ekip otosu üç kere sağa, iki kere sola saptı ve fren yapıp sarı badanalı, eğimli kara çatılı, uzun, alçak bir binanın önünde durdu. Bina fi tarihinden kalma gibiydi. Eskimiş ahşap kapının üstünde, tek bir ampul titreşerek yanmaya çalışıyor, karanlığa karşı savaşını kaybediyordu. Polis memuru arabadan inip bir önceki duruşunu takındı, eli arabanın kolunda ve tabanca kabzasında, geceye ve olabileceklere karşı kalkanını takındı.
“İçeride,” dedi, çift kanatlı ahşap kapıya savunmasını alarak baktı.
Rönn esnemesini bastırıp başını salladı.
“Daha fazla adam çağırayım mı?”
“Bakalım, göreceğiz,” diye tekrar etti Rönn cana yakın bir şekilde.
Derhal merdivenleri çıkıp kapının sağ yarısını açarken yağlanmamış menteşeler gıcırdadı. İki adım daha attı, bir başka kapıyı açtı ve kendini yine azıcık aydınlatılmış bir koridorda buldu. Koridor genişti, tavanı yüksekti ve binayı uzunlamasına kaplıyordu.
Bir tarafta özel odalar ve koğuşlar sıralanırken diğer taraf görünüşe göre lavabolar, çarşaf dolapları ve muayene odaları olarak hizmet veriyordu. Duvarda sadece on öre ile çalışan, siyah, eski bir jetonlu telefon vardı. Rönn üstünde kısa ve öz LAVMAN yazan, fildişi beyazı oval tabelaya baktı ve sonra durduğu yerden görebildiği dört kişiyi incelemek üzere yakınlaştı.
İki tanesi üniformalı polisti. İçlerinden biri iri yarıydı, sağlam yapılıydı ve ayakları ayrık, kolları iki yanında, ileri doğru bakıyordu. Sol elinde siyah kapaklı bir not defteri açık duruyordu. Meslektaşı duvara yaslanıyordu, başı öne eğikti, gözleri eski moda pirinç musluğu olan, emaye dökme demir lavaboya odaklanmıştı. Rönn’ün fazla mesai yaptığı dokuz saat içinde karşılaştığı bütün gençler arasında bu kesinlikle en genciydi. Deri ceketi, omuz kemeri ve görünüşe göre zorunlu silahıyla gülünç bir polis taklidine benziyordu. Gözlüklü, gri saçlı daha yaşlı bir kadın bir hasır koltuğa yığılmış oturuyor, duygusuzca beyaz tahta sabolarına bakıyordu. Üstünde beyaz önlük, uçuk baldırlarında çirkin çirkin varisler vardı. Bu dörtlüyü, otuzlu yaşlarda bir adam tamamlıyordu. Kıvırcık siyah saçlıydı ve sinirinden parmak boğumlarını kemiriyordu. O da beyaz bir gömlek ve tahta tabanlı ayakkabılar giymişti.
Koridordaki hava tatsızdı, dezenfektan, kusmuk ya da ilaç ve hatta üçü birden kokuyordu. Rönn aniden ve beklenmedik şekilde hapşırdı, geç kalmış bir şekilde baş ve işaret parmağıyla burnunu tuttu.
Tek tepki veren defterli polisti. Hiçbir şey söylemeden, sarı çatlak boyalı yüksek bir kapıyı ve metal çerçevenin içindeki daktiloyla yazılmış, beyaz kartı işaret etti. Kapı tam kapalı değildi. Rönn koluna dokunmadan çekerek açtı. İçeride bir kapı daha vardı. Bu kapı da aralıktı ama içeri doğru açılıyordu.
Rönn bu kapıyı ayağıyla itti, odanın içine bakınca irkildi. Kızarmış burnunu bırakıp bir kez daha baktı, bu kez sistemli bir bakıştı.
“Olamaz,” dedi kendi kendine.
Sonra bir adım geri attı, dış kapıların sallanıp eski pozisyonuna dönmesini bekledi, gözlüğünü takıp isim levhasını okudu.
“Tanrım,” dedi.
Polis siyah defterini kaldırmış, onun yerine rozetini çıkarmıştı, şimdi rozetini bir tespih ya da muskaymış gibi yoklayarak durdu.
Polis rozetleri yakında tedavülden kalkacak, diye hatırladı Rönn yersizce. Bununla birlikte, rozet doğrudan kimlik beyan edercesine göğse mi takılmalı, yoksa cepte saklı mı durmalı şeklinde giden uzun tartışma da şaşırtıcı bir son bulacaktı. Rozetlerin bir amacı kalmamıştı, yerini sıradan kimlik almıştı ve polisler üniformanın görüntüsü altında rahatça saklanabiliyordu.
“Adın ne?” dedi dışından.
“Andersson.”
“Buraya saat kaçta geldin?”
Polis, kol saatine baktı.
“İki on altıda. Dokuz dakika önce. Bu civardaydık.
Odenplan’da.”
Rönn gözlüğünü çıkarıp üniformalı oğlana baktı, yüzü açık yeşildi ve kendini tutamayıp lavaboya kusuyordu.
Yaşı daha büyük olan polis memuru bakışını takip etti.
“Daha yeni, akademi öğrencisi,” dedi bıyık altından.
“İlk dışarı çıkışı.”
“Ona yardım etsen iyi olur,” dedi Rönn. “Bir de Beşinci Bölge’den beş altı adam çağır.”
“Beşinci Bölge’den acil durum otobüsü, tamam, efendim,” dedi Andersson, sanki asker selamı verecek, hazır ola geçecek ya da bunun gibi saçma bir hareket yapacak gibiydi.
“Bir saniye,” dedi Rönn. “Buralarda şüphe uyandıran bir şey gördün mü?”
Belki çok iyi ifade etmemişti, memur hasta odasının kapısından ona hayretler içinde baktı.
“Şey, aaa…” dedi kaçamakça.
“Onun kim olduğunu biliyor musun? Oradaki adamın?”
“Başkomiser Nyman, değil mi?”
“Evet, o.”
“Gerçi bakarak anlayabilmek mümkün değil.”
“Hayır,” dedi Rönn. “Mümkün değil.”
Andersson dışarı çıktı.
Rönn alnındaki teri silip ne yapması gerektiğine kafa yordu.
On saniye boyunca. Sonra jetonlu telefona yürüdü ve Martin Beck’in evini aradı.
“Selam. Ben Rönn. Sabbathberg’deyim. Gelsen iyi olur.”
“Tamam,” dedi Martin Beck.
“Çabuk olsan iyi olur.”
“Tamam.”
Rönn telefonu kapayıp diğerlerinin yanına gitti. Bekledi. Kumaş mendilini öğrenciye verdi, o da utana sıkıla ağzını sildi.
“Özür dilerim,” dedi.
“Herkesin başına gelebilir.”
“Kendimi tutamadım. Hep böyle midir?”
“Hayır,” dedi Rönn. “Öyle diyemem. Yirmi bir yıldır polisim ve doğrusunu istersen, daha önce hiç buna benzer bir manzara görmedim.”
Sonra da siyah kıvırcık saçlı adama döndü.
“Burada psikiyatri koğuşu var mı?”
“Nix verstehen,” dedi doktor.
Rönn gözlüğünü takıp doktorun beyaz gömleğinin üstündeki plastik isim etiketini okudu. Sahiden de üstünde adı yazıyordu.
DR. ÜZK ÜKÖCÖTÜPZE.
“Ah,” dedi kendi kendine.
Gözlüğünü çıkarıp bekledi.
6
Oda