para almaya gittiğini hemen itiraf etmişti.
Herkes saate bakmaya başladı ancak Buldozer Olsson, duruşmaların ertelenmesinden hoşlanmazdı, bu yüzden hemen birinci şahidi olan banka veznedarı Kerstin Franzén’i çağırdı. Kadının tanıklık ifadesi kısaydı ve şu ana kadar anlatılanların hepsini teyit ediyordu.
Buldozer, “Bunun bir soygun olduğunu ne zaman anladınız?” diye sordu.
“Çantasını bankoya koyup para istediği anda. Sonra bıçağını gördüm. Çok tehlikeli bir şeye benziyordu. Hançer gibi bir şeydi.”
“Parayı neden verdiniz?”
“Aldığımız talimatlara göre bu tür durumlarda herhangi bir direniş göstermememiz, soyguncunun dediğini yapmamız gerekiyor.”
Bu doğruydu. Bankalar yaşam sigortası ödeme ve yaralanan çalışanların masraflarını karşılama riskini göze almak istemiyordu.
Gök gürültüsü gibi bir ses mahkeme salonunu sarsar gibi oldu. Bu ses Hedobald Braxén’in geğirmesiydi. Bu olay çok sık yaşanırdı ve adamın takma adı buradan geliyordu.
“Savunma makamının bir sorusu var mı?”
Borazan hayır anlamında başını salladı. Bir kâğıda bir şeyler yazmakla meşguldü.
Buldozer sıradaki tanığını çağırdı.
Kenneth Kvastmo kürsüye çıkıp üşenmeden yemini tekrar etti. İfadesi her zamanki teraneyle başladı: Bin dokuz yüz kırk iki yılında Arvika’da doğdu, polis memuru, önce Solna’da, daha sonra Stockholm’de devriye hizmetinde görev almıştır.
Buldozer şapşal bir biçimde, “Kendi cümlelerinle anlat,” dedi.
“Neyi?”
“Ne olduğunu tabii.”
“Evet,” dedi Kvastmo. “O, yani katil orada duruyordu. Eh, elbette kimseyi öldürmeyi başaramamıştı. Karl tabii ki her zamanki gibi hiçbir şey yapmadı, dolayısıyla ben panter gibi onun üstüne atladım.” Bu benzetme maalesef biraz gülünçtü çünkü Kvastmo kocaman popolu, kısa ve ensesi kalın, etli butlu yüzlü, biçimsiz ve izbandut gibi bir adamdı.
“Tam bıçağı çekmeye çalışırken sağ elini yakaladım ve onu kelepçeleyip gözaltına alındığını söyledim. Onu arabaya kadar taşımak zorunda kaldım, arka koltuğa oturunca şiddetli bir şekilde karşı koydu, derken durum bir kanun çalışanına saldırıya dönüştü çünkü omuz kayışlarımdan biri neredeyse kopacaktı. Karımın televizyonda izlediği bir şey olduğundan dikmek zorunda kalınca tepesi attı, aynı zamanda ceketimin bir düğmesi kopmuştu ve karımda lacivert ip kalmamıştı, karımın adı Anna-Greta. Bankada işimiz bitince Karl bizi şubeye getirdi. Sonra bir daha şiddet göstermedi, sadece bana domuz dedi ama bu bir polise hakaret sayılmaz. Domuz, teşkilata saygısızlık ya da küçümseme içermez, yani bu olayda bendeniz olan polis memuruna ya da teşkilatın geneline hakaret sayılmaz, değil mi? Bunu söyleyen o, oradaki.” Rebecka Lind’i işaret etti.
Adam durumu anlatırken Buldozer de seyirci kadını izliyordu, kadın not almakla meşguldü ve şimdi dirsekleri bacağında, çenesi avucunda oturmuş, odaklanmış bir şekilde bir Braxén’i, bir Rebecka’yı gözlemliyordu. Yüzü bayağı sıkıntılıydı ya da derin bir huzursuzluk içindeydi. Eğilip bir eliyle ayak bileğini kaşırken diğer elinin tırnağını ısırdı. Şimdi tekrar Braxén’e bakıyordu ve yarı kapalı mavi gözlerinde hem bezginlik hem de hafiften umut okunuyordu.
Hedobald Braxén sadece fiziksel olarak oradaydı sanki, delillerin tek kelimesini bile duymuş gibi değildi.
“Sorumuz yok,” dedi.
Buldozer Olsson buna sevinmişti. Dava kolayca sonuçlanacaktı, tam da en başından belirttiği gibi. Tek sorun, fazla uzun sürmesiydi. Şimdi hâkim bir saatlik ara ilan ederken coşkuyla başını sallayıp onayladı ve kısa, yaylanan adımlarla kapıya yürüdü.
Martin Beck ve Rhea Nielsen bu aradan faydalanıp Amarante’ye gittiler. Açık sandviç ve biralarını bitirdikten sonra kahve ve brendi ile öğünlerini tamamladılar. Martin Beck uzun ve sıkıcı saatler geçirmişti. Rönn ve Strömgren’le çalışmak için merkeze gitmişti ama pek verimli olmamıştı. Strömgren’den hiçbir zaman hoşlanmazdı ve Rönn ile ilişkisi de karmaşıktı. Doğrusu şu ki Kungsholms’da artık hiç arkadaşı kalmamıştı; hem orada, hem de Emniyet Müdürlüğü’nde ona hayran olan birçok kişi vardı, diğerleri ondan nefret ediyor ve daha çoğunlukta olan üçüncü grupsa ona imreniyordu. Lennart Kollberg ayrıldığından beri Västberga’da hiç arkadaşı yoktu. Benny Skacke Kollberg’in yerine Martin Beck’in tavsiyesiyle alınmıştı. Martin Beck bazen oturup gözlerini boşluğa dikiyor, Kollberg’in orada olmasını umuyordu; artık alışmıştı ama tıpkı bir çocuğunu ya da bir yakınını kaybetmiş gibi onun yokluğunun yasını tutmuştu.
Bir süre Rönn’ün odasında oturup sohbet etmişti ama Rönn hem ilgisiz bir arkadaştı, hem de çok işi vardı.
“Acaba Gunvald neler yapıyordur,” dedi Rönn. “Onunla yer değiştirmek isterdim. Boğa güreşleri, palmiye ağaçları ve bedava akşam yemekleri, oh ne ala!”
Rönn, Martin Beck’e vicdan azabı çektirmekte uzmandı. Neden bu gezi için onu önermemişlerdi ki? Böyle bir şeye herkesten çok onun ihtiyacı vardı.
Rönn’e gerçeği söylemek imkânsızdı. Burnu akan bir Kuzeyliyi oraya göndermenin imkânsız olduğu düşünülüp doğrudan elenmişti çünkü zaten dış görünüşü hiç de uygun değildi ve ne kadar uğraşsa da çat pat bile İngilizce konuşamıyordu.
Ancak Rönn iyi bir polisti. Pek iyi bir başlangıç yapmasa da şu anda teşkilatın en kıymetli adamlarından biriydi.
Martin Beck her zamanki gibi onu yüreklendirecek bir şeyler söylemek istedi ama yapamadı ve kısa süre sonra da oradan ayrıldı.
Şimdi Rhea ile birlikte oturmuştu ve esasında bu da başka bir meseleydi onun için. Rhea oldukça üzgün görünüyordu.
“Ne duruşma,” dedi Rhea. “Tanrım, çok bunalıyorum! Bir karara varacak şu insanlara bak hele! Savcı, soytarının teki. Bana nasıl gözlerini dikip baktı, sanki hayatında ilk kez bir kadın görüyor.”
“Ona Buldozer diyorlar,” dedi Martin Beck. “Bir sürü kadın görmüş ve ayrıca, onun tipi de değilsin.”
“Savunma avukatı daha müvekkilinin adını bile bilmiyor! O kızın en ufak bir şansı yok.”
“Daha duruşma bitmedi. Buldozer neredeyse bütün davalarını kazanır ama kaybedecekse de muhakkak Braxén’e karşı kaybeder. Sward’ı hatırlıyor musun?”
“Hatırlıyor muyum?” dedi Rhea, boğuk bir sesle güldü. “Evime ilk kez gelip kalmıştın. Kilitli oda falan. Neredeyse iki sene önceydi. Nasıl unuturum?”
Rhea mutlu görünüyordu şimdi. Martin Beck’i bundan daha fazla mutlu eden bir şey olamazdı. O günden beri çok güzel zamanlar yaşamışlardı; sohbetle, kıskançlıkla, arkadaşça atışmalarla ve hepsinden öte, iyi sevişmelerle, güven ve dostlukla dolu zamanlardı. Martin Beck elli yaşını geçmişti ve çoğu şeyi tecrübe ettiğine inanırdı ama yine de ona içini açmıştı. Rhea’nın da aynı şeyleri düşünüyor olmasını umuyordu fakat o noktada Martin Beck biraz kararsızdı. Rhea fiziksel açıdan daha güçlü ve daha açık fikirli olan taraftı, muhtemelen daha zeki ya da daha hızlı düşünen taraftı. Kötü özellikleri de vardı, mesela sık sık aksi ve sinirli olurdu ama Martin Beck bu özelliklerini seviyordu. Bu aptalca ya da romantik bir ifade gibi görünebilir ama Martin Beck ondan iyisini bulamazdı.
Martin Beck ona baktı ve kıskançlığının geçtiğini