şeyler vardı, uyandığı an anlamıştı bunu. O gece rüyasında gördüğü şey… Hatırlaması gereken bir şey. Hatırlamaya çalıştı. Ama uyku kara bir deliktir zaten. İçinde ne olduğu hakkında hiçbir ipucu vermeyen dipsiz bir kuyu gibidir.
Neyse ki boğalarla boğuşmadım bu sefer, diye düşündü. Öyle olsa, gece ateşlenmiş gibi ter içinde kalmış olmam gerekirdi. Bu gece boğalar beynimi rahat bıraktı. Karanlıkta kıpırdamadan yatarak etrafı dinledi. Yanında yatan karısının soluğu neredeyse duyamayacağı kadar sessizdi.
Bir sabah yanımda ölmüş olacak, hem de ben hiç fark etmeden, diye düşündü. Ya da ben ölmüş olacağım. Birimiz diğerinden önce. Kim bilir hangi sabahın ilk ışıkları, ikimizden birinin geride yapayalnız kaldığını bildirecek. Yatağın yanındaki masada duran saate göz attı. Saatin göstergeleri parlıyor, dört kırk beşi gösteriyordu.
Neden uyandım ki, diye düşündü. Hep beş buçuğa kadar uyurum. Bu kırk yıldır hep böyleydi. Neden şimdi uyandım ki?
Karanlığı dinledi. Birden tüm uykusu kaçtı.
Olağan dışı bir şeyler vardı. Sanki bir şey artık şimdiye dek olduğu gibi değildi.
Karısının yüzüne ulaşana dek bir eliyle etrafını dikkatle yokladı. Parmak uçlarıyla karısının sıcaklığını hissetti.
Ölmemişti demek. Henüz hiçbiri yalnız kalmamıştı.
Karanlığı dinledi.
At, diye geçti hızla aklından. Kişnemiyor. İşte bu yüzden uyandım. Aslında bu kısrak geceleri hep kişner. Hep duyarım sesini, beni uyandırmasa da duyarım. Farkında olmadan uyumaya devam edebileceğimi hissederim.
Gıcırdayan yataktan dikkatlice kalktı. Bu yatak kırk yıldır vardı. Evlenirlerken satın aldıkları tek mobilya ve yaşamları boyunca sahip oldukları tek yataktı.
Ahşap zeminde pencereye ilerlerken sol dizindeki acıyı hissetti.
Ne kadar da yaşlandım, diye düşündü. Yaşlı ve tükenmiş bir adamım artık. Her sabah yetmiş yaşıma yeniden şaşıyorum. Dışarıdaki kış gecesine baktı. Günlerden 8 Ocak 1990’dı ve bu kış Skåne’ye henüz kar yağmamıştı. Mutfak kapısının dışında asılı lambanın ışığı bahçeye düşüyor, yapraksız kalmış kestane ağaçlarını ve bunların ardında uzanan düzlükleri aydınlatıyordu. Gözlerini kısarak komşuları Lövgren’lerin çiftliğine baktı. Uzunlamasına yayılan basık beyaz bina karanlıkta kalıyordu. Evin sağ kanadındaki ahırın siyah kapısının üzerinde etrafa loş ışık veren bir lamba asılıydı. Kısrak işte orada durur ve gecenin içinden, birden huzursuz kişnemesi duyulurdu.
Karanlığı dinledi.
Arkasındaki yatak gıcırdadı.
“Ne yapıyorsun?” diye mırıldandı karısı.
“Sen uyumana bak,” diye karşılık verdi. “Sadece biraz bacaklarımı esnetiyorum.”
“Ağrın mı var?”
“Yok.”
“O halde gel de uyu. Orada öyle durma, üşüteceksin.” Karısının diğer yana döndüğünü duydu.
Bir zamanlar birbirimize âşıktık, diye düşündü. Ama bu düşünce içine sinmedi. Aşk fazlasıyla asil bir sözcüktü. Bizim gibi insanlara göre değil. Kırk yılı aşkın süredir çiftçilikle uğraşan, Skåne’nin ağır çamurlu toprağında yıllardır belini bükmüş biri, karısından söz ederken “aşk” sözcüğünü ağzına almaz. Bizim yaşamımızda aşk hep başka bir anlam taşımıştır…
Komşu evi inceledi. Gözlerini kısarak, bu kış gecesinin karanlığını yenmeye çalıştı.
Hadi kişnesin, diye düşündü. Kişnesin ki her şeyin eskisi gibi olduğunu bileyim. Sonra da yorganımın altına girebileyim. Emekli olmuş, ağrılara bürünmüş bu çiftçinin zaten yeterince uzun ve acımasız bir yaşamı var.
Birden komşu evin mutfak penceresini fark etti. Bir şey değişmişti. Yıllardır komşusunun pencerelerine göz atardı. Şimdi ise gözüne değişik görünen bir şey vardı. Yoksa aklını karıştıran tek şey karanlık mıydı? Gözlerini yumdu ve dinlendirmek için yirmiye kadar saydı. Sonra tekrar pencereye baktı, şimdi pencerenin açık olduğundan emin oldu. Geceleri hep kapalı duran pencere şimdi açıktı. Üstelik kısrak da kişnememişti…
Kısrak kişnememişti çünkü yaşlı Lövgren, onu sıcak yatağından kaldıran prostat yüzünden her zamanki gibi ahıra uzanan gece yolculuğunu bu kez yapmamıştı… Aman hepsi kuruntu, dedi kendi kendine. Gözlerim eskisi gibi iyi görmüyor da ondan. Her şey hep olduğu gibi. Zaten ne olabilir ki? Kade Gölü’nün az yukarısında, güzel Krageholm Gölü’ne giden yolun kıyısında, Skåne’nin tam ortasında yer alan bu küçük Lenarp köyünde ne olabilir ki? Burada hiçbir şey olmaz. Bu küçük köyde zaman durmuş gibidir, güçsüz ve isteksiz öylesine akıp duran bir derenin yaşamı gibi. Burada topraklarını başkalarına satmış ya da kiralamış birkaç çiftçi yaşar. Burada biz yaşarız ve kaçınılması mümkün olmayanı bekler dururuz…
Mutfak penceresine bir daha baktı, Maria’nın da Johannes Lövgren’in de bu pencereyi kapatmayı unutmayacağını düşündü. Yaşlanmayla birlikte sinsi bir korku büyür, kilit üzerine kilit vurulur ve hiç kimse gece bastırmadan penceresini kapatmayı unutmazdı. Yaşlanmak demek, insanın içinin korku dolması demekti. Çocukken sahip olunan korkular, yaşlanınca yeniden ortaya çıkıyordu…
Giyinip dışarı çıkabilirim, diye düşündü. Buz gibi rüzgârı yüzümde hisseder, arazilerimizi birbirinden ayıran çite kadar yürürüm. Her şeyin bir kuruntudan ibaret olduğunu kendi gözlerimle görmüş olurum böylece.
Ama beklemeye karar verdi. Nasılsa çok geçmeden Johannes yataktan kalkar, kahve yapardı. Önce tuvaletin sonra da mutfağın ışığını yakardı. Her şey hep nasılsa öyle olacak…
Pencerede durdu, üşüdüğünü fark etti. Bu üşüme yaşlılıktandı işte, en sıcak yerlerde bile sinsice sokulan bir üşüme. Maria’yı ve Johannes’i düşündü. Onlarla da evli gibiydik, diye geçirdi aklından. Komşu olarak, çiftçi olarak. Birbirimize yardım ettik, zor ve kötü geçen yıllarımızı paylaştık.
Ama güzel anlarımızı da birlikte paylaştık. Birlikte yaz bayramlarını ve Noel’leri kutladık. Çocuklarımız iki çiftliğin avlusunda oradan oraya koşuşturdular, hepsi bizim kendi evladımız gibiydi. Şimdi de yaşlılığın bu uzun ve bitmek bilmez dönemini paylaşıyoruz…
Karısını uyandırmamaya dikkat ederek nedenini bilmeden pencereyi açtı. Soğuk, kuvvetli rüzgâr elinden kapmasın diye pencerenin kolunu sıkıca kavradı. Oysa dingin bir hava vardı. Radyoda Skåne bölgesinde kötü havaya dair hiçbir şey duymadığını şimdi hatırlıyordu.
Gökyüzü berrak, yıldızlar ışıl ışıldı, hava çok soğuktu. Pencereyi tekrar kapatmak üzereyken, bir ses duyar gibi oldu. Durdu ve sol kulağını dışarıya doğru uzattı. Bu, gürültülü traktörler üzerinde geçen hayatından sonra sağ kulağına göre daha sağlam olan kulağıydı. Kuş, diye geçti aklından yıldırım hızıyla. Bir gece kuşunun çığlığı bu.
Sonra korku bastırdı. Aniden beliren ve insanın içini kaplayan bir korkuydu.
Bu bir insan çığlığını andırıyordu. Başkalarına sesini duyurma endişesi taşıyan bir çığlık gibi.
Kalın taş duvarları aşıp komşularını uyarma çabasındaki bir ses…
Bana öyle geliyor galiba, diye düşündü. Seslenen kimse yok. Kim olabilirdi ki zaten?
Bir hamleyle pencereyi kapatırken saksılardan biri sallanınca Hanna uyandı.
“Ne yapıyorsun?” diye soran Hanna’nın sesinden huzursuzlandığını anladı.
Cevap vermek üzereydi ki neler olup bittiğini anladı.
Korkusu yersiz bir korku değildi.
“Kısrak kişnemiyor,” diyerek yatağın kenarına oturdu. “Bir de Lövgren’lerin penceresi açık. Sanırım biri de çığlık attı.” Hanna yatakta doğruldu.
“Ne diyorsun?”
Cevap vermek istemedi, ancak duyduğu sesin bir kuşa ait olmadığından artık emindi.
“Johannes ya da Maria,” dedi. “İkisinden biri yardım istiyordu.”
Hanna