ya da kişileri bulabilmek için soruşturma yürütüyorum. Durumu nasıl?”
“Hâlâ yaşıyor olması bir mucize,” dedi doktor ve başıyla yatağı işaret etti. “Şimdilik ne gibi iç yaralanmalara maruz kaldığını söyleyemeyiz. Öncelikle hayati tehlikeyi atlatması önemli. Ancak gırtlak oldukça zarar görmüş. Sanki biri onu boğmaya çalışmış.”
“Tam anlamıyla böyle oldu,” diye açıklayan Wallander örtü ve hortumlarla çevrili zayıf yüzü inceledi.
“Aldığı darbeler öldürücüymüş,” diye belirtti doktor.
Wallander, “Umarım yaşar,” diye karşılık verdi. “Elimizdeki tek tanık o.”
“Biz tüm hastalarımızın yaşamasını ümit ederiz,” diye yanıtladı doktor sert bir biçimde ve yeşil çizgilerin sonsuz dalgalar çizdiği ekranı inceledi.
Doktor bir kez daha henüz kesin bir yorum getiremeyeceğini söyledikten sonra Kurt Wallander odadan çıktı. Ne olacağı belli değildi. Maria Lövgren’in, kendine gelmeden ölmesi pekâlâ mümkündü. Bunu kimse bilemezdi.
“Dudak okuyabilir misin?” diye sordu Martinson’a.
“Hayır,” dedi genç polis adayı şaşkın bir ifadeyle.
“Yazık,” dedi Wallander ve oradan ayrıldı.
Hastaneden çıkınca doğrudan şehrin doğu çıkışındaki kahverengi emniyet binasına gitti.
Masasına oturdu, pencereden görünen eski, kırmızı su kulesine baktı.
Belki de günümüz farklı nitelikte polisler gerektiriyor; ocak ayının erken saatlerinde, İsveç’in güney bölgesinde bir insan mezbahasına girdiğinde gözünü bile kırpmayan polisler gereklidir belki?
Benim gibi korku ve endişe duymayan polislerden?
Bu düşünceleri telefonun çalmasıyla bölündü.
Hastane, diye geçti yıldırım hızıyla aklından.
Maria Lövgren’in öldüğünü bildirmek için arıyorlar. Acaba ölmeden önce kendine geldi mi? Bir şeyler söyledi mi?
Çalan telefona baktı.
Kahretsin, diye düşündü. Kahretsin.
Duyacağı bu olmasın.
Ama ahizeyi alırken telefondakinin kızı olduğunu anladı. Öyle şaşırdı ki neredeyse telefonu masadan düşürecekti.
Kızı, “Baba,” derken, Wallander telefon kulübesinde düşen bozuk paranın sesini duydu.
“Selam,” diye yanıtladı. “Nereden arıyorsun?”
Lima’da olmasın bari. Ya da Katmandu. Ya da Kinşasa’da.
“Ystad’dayım.”
Buna sevindi. Demek kızını görebilecekti.
“Aslında seni görmek istemiştim,” dedi kızı. “Ama fikrimi değiştirdim. Şu an gardayım. Yine yola çıkıyorum. Seni gerçekten görmek istediğimi bilmiş olmanı istedim.”
Sonra hat kesildi. Wallander elinde telefon öylece kalakaldı.
Sanki bir şeyler sönüvermiş, hâlâ elinde tuttuğu bir şeyler parçalanıvermişti.
Canı çıkmayasıca, diye düşündü. Neden böyle bir şey yapıyor?
Kızının adı Linda’ydı, on dokuz yaşındaydı. On beş yaşına kadar araları iyiydi. Sormaya çekindiği güç bir durumda ya da istediği bir şey olduğunda annesine değil de hep kendisine gelmişti. Onun tombul bir çocuktan iddialı bir çekiciliğe sahip genç bir kadına dönüşmesine şahit olmuştu. On beş yaşına basmadan önce içindeki, onu aldatıcı ve gizemli bir dünyaya yönelten şeytanları hiç belli etmemişti.
On beşinci yaş gününden kısa süre sonra bir ilkbahar günü birdenbire, önceden en küçük bir uyarı sezdirmeden canına kıymaya kalkışmıştı. Bu bir cumartesi günü öğleden sonra yaşanmıştı. Kurt Wallander bahçe sandalyelerinden birini onarıyor, karısı da pencereleri siliyordu. İçinde ansızın uyanan bir huzursuzluk, onu elindeki çekici bir yana bırakıp eve girmeye zorlamıştı. Kızı odasında yatağında yatıyordu, bir jiletle bileklerini ve boğazını kesmeye çalışmıştı. Daha sonra, her şey atlatıldıktan sonra, doktor ona, eğer yetişmeseydi ve tampon bastırmayı akıl etmeseydi kızının ölmüş olacağını söylemişti.
Bu şoku hiçbir zaman tam olarak atlatamamıştı. Linda’yla arasındaki bağ ise o günden sonra bozulmuştu. Kızı ondan uzaklaşmıştı. Kendisi de neyin kızını bu intihar girişimine sürüklediğini hiçbir zaman anlayamamıştı. Linda okulu bırakmış, geçici işlerde çalışmaya başlamıştı ve ara sıra uzun süre ortadan kaybolduğu oluyordu. İki kez karısının ısrarı üzerine kızının kayıp olduğunu ihbar etmiş, onu aratmıştı. Bu aramalara katılmasının onu ne kadar üzdüğüne iş arkadaşları bizzat tanık olmuşlardı. Ama günün birinde Linda geri dönmüş, o da ceplerini gizlice karıştırarak pasaportunun sayfalarındaki yolculukları incelemişti.
Lanet olsun, diye düşündü. Neden burada kalmazsın ki? Neden aklından bambaşka düşünceler geçer?
Telefon bir kez daha çaldı. Ahizeyi kaptığı gibi kulağına götürdü.
“Alo, ben baban,” dedi beklemeksizin.
“Bu da ne demek oluyor?” diye karşılık verdi babası. “Neden kendini baba diye tanıtıyorsun telefonda? Polis değil miydin sen?”
“Şimdi seninle konuşacak vaktim yok. Seni daha sonra arasam?”
“Hayır olmaz. Nedir bu kadar önemli olan?”
“Bu sabah kötü bir şey oldu. Seni ararım.”
“Ne oldu?”
Babası onu hemen her gün arıyordu. Bazı günler santrale babası aradığında bağlamamalarını tembihlemişti. Ancak bu taktiği boşa çıkmıştı çünkü babası kendisini farklı isimlerle tanıtmaya, ayrıca santral memurları tanımasın diye sesini değiştirerek konuşmaya başlamıştı.
Kurt Wallander onu başından savabilecek tek çıkar yol görüyordu.
“Bu akşam sana uğrarım,” dedi. “O zaman konuşuruz.” Babası buna isteksizce razı oldu.
“Yedide gel. O saatte seninle ilgilenebilecek vaktim var.”
“Güzel, öyleyse yedide görüşmek üzere. Hoşça kal.” Ahizeyi yerine koydu ve telefonu her türlü aramaya kapattı.
Arabasını alıp tren garına gitmeyi, orada kızını aramayı geçirdi aklından. Onunla konuşmayı, böyle esrarengiz biçimde kaybedilen o güzel bağı yeniden yaşama döndürmeyi düşündü. Ama bunu yapmaması gerektiğini biliyordu. Kızının kendisinden sonsuza dek uzaklaşmasını göze alamazdı.
Kapı açıldı ve Näslund kafasını içeri uzattı.
“Selam,” dedi. “Onu içeriye getireyim mi?”
“Kimi içeriye getireceksin?”
Näslund saatine baktı.
“Saat dokuz,” dedi. “Dün bu saatte Klas Månson’u sorgu için istemiştin.”
“Hangi Klas Månson?”
“Şu doğu çevre yolundaki dükkânı soyan adam. Unuttun mu yoksa?”
Şimdi hatırlıyordu. Ayrıca Näslund’un yaşanan cinayetten haberdar olmadığını da anladı.
“Månson’u sen devral. Gece bir cinayet işlendi, Lenarp’ta. Hatta belki de çifte cinayet. Yaşlı bir çift. Månson’u tek başına halletmen