üçüncü kata çıktı. Lars Magnusson kapının önünde onu bekliyordu.
“Görüşmeyeli epey oldu,” dedi Lars Magnusson, Wallander’in elini sıkarken.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “En son beş yıl önce görüşmüştük.”
Uzun süre önce Lars Magnusson gazeteciydi. Expressen gazetesinde uzun yıllar muhabirlik yaptıktan sonra büyük kentten sıkılmış ve doğduğu yere, Ystad’a dönmüştü. Arkadaş olan eşleri sayesinde tanışmışlardı. Bir sohbetleri sırasında ortak yanları olduğunu anlamışlardı. Bunlardan biri de opera tutkusuydu. Wallander eşi Mona’dan boşandıktan bir süre sonra Lars Magnusson’un tescilli bir alkolik olduğunu öğrenmişti. Ortaya çıkan bu gerçek bir bomba gibi patlamıştı. Wallander’in nöbetçi olduğu bir akşam bir polis devriyesi, Lars Magnusson’u sürükleyerek emniyete getirmişti. O kadar sarhoştu ki ayakta duramıyordu. O şekilde araba kullanmış ve direksiyon hâkimiyetini kaybederek bir bankadan içeri girmişti. Daha sonra mahkemeye çıkarılan Lars Magnusson’a yargıç altı ay hapis cezası vermişti. Hapisten çıktıktan sonra gazeteye geri dönmemişti. O sırada karısı da onu terk etmişti. İçmeyi sürdürmüş ama o kritik çizgiyi geçmemeyi de başarabilmişti. Gazetecilik mesleğini bıraktıktan sonra yaşamını gazetelere satranç problemleri hazırlayarak kazanmaya başlamıştı, içkiden kendini öldürmemesinin tek nedeni her gün en azından bir satranç problemi hazırlayıncaya kadar içki içmemesinden kaynaklanıyordu. Evinde artık faks makinesi olduğundan postaneye gitmek için sokağa çıkması da gerekmiyordu. Satranç problemlerini gazeteye evden gönderiyordu.
Wallander eski arkadaşının sade dairesine girdi. Evin içindeki kokudan Magnusson’un içmeye çoktan başladığı anlaşılıyordu. Masanın üstünde bir şişe votka duruyordu. Ama Wallander kadehi göremedi.
Lars Magnusson, Wallander’den bir hayli büyüktü. Beyaz saçları, kirli gömlek yakasına dek uzanıyordu. Yüzü kırmızı ve şişti. Ama Wallander arkadaşının gözlerinin net ve pırıl pırıl baktığını gördü. Kimse Magnusson’un zekâsına bir şey diyemezdi. Ortada dolaşan söylentilere bakılacak olursa, bir zamanlar yazdığı şiirleri Bonniers Yayınları basmayı kabul ederek kendisine bir miktar avans göndermiş ama kitabın tam basılma aşamasında Magnusson vazgeçtiğini söyleyerek avansı geri vermiş ve kitabının basılmasına izin vermemişti.
“Doğrusu seni beklemiyordum,” dedi Magnusson. “Otur. Ne içersin?”
“Bir şey almayayım, sağ ol,” diyen Wallander kanepenin üstündeki gazete yığınlarını yere koyarak oturdu.
Wallander’in karşısına oturan Magnusson ara sıra votka şişesini ağzına dayayıp içiyordu. Müziğin sesini kısmıştı.
“Uzun zaman oldu,” dedi Wallander. “Seni en son ne zaman gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum.”
“İçki dükkânındaydı,” diye karşılık verdi Magnusson. “Yaklaşık beş yıl önce. Sen şarap alıyordun, ben de başka bir şey.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Hatırlamıştı.
“Hafızan yine her zamanki gibi güçlü.”
“Kendimi öldürecek kadar içmiyorum ki,” diye karşılık verdi Magnusson. “Buna daha vakit var.”
“Hiç bırakmayı düşündün mü?”
“Her gün düşünüyorum. Ama buraya beni içkiden vazgeçirmek için geldiğini sanmıyorum.”
“Gazetelerde Gustaf Wetterstedt’in öldürüldüğüne ilişkin haberleri herhalde okumuşssundur?”
“Evet.”
“Bana bir zamanlar onun hakkında bir şeyler söylediğini hayal meyal hatırlıyorum. Onunla ilgili çokça skandalın söz konusu olduğunu ama bunların tümünün de örtbas edildiğini söylediğini hatırlıyorum.”
“Evet, hem de çok büyük bir skandaldı,” diye arkadaşının sözünü kesti Magnusson.
“Wetterstedt’in kim olduğunu anlamaya çalışıyorum,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Bu konuda belki bana yardım edersin diye düşündüm.”
“Söylentileri mi yoksa gerçeği mi öğrenmek istiyorsun?” dedi Magnusson. “Aslında söylentilerle gerçeği birbirinden ayırt edebileceğimden de emin değilim.”
“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz,” dedi Wallander.
Lars Magnusson votka şişesinin kendisine gereğinden fazla yakın olduğunu düşünürcesine şişeyi itti.
“On beş yaşımda stajyer olarak Stockholm gazetelerinden birinde çalışmaya başladım,” dedi. “1955 yılının ilkbaharıydı. Gazetenin gece sekreterliğini Ture Svanberg adında yaşlı biri yapıyordu. Şimdi benim olduğum gibi içkiye düşkün biriydi ama işine gerekli özeni de gösterirdi. Gazeteyi sattıran başlıkları yazmada üstüne yoktu. Çalakalem ve aşırı duygusal yazılara çok öfkelenirdi. Hatta bir keresinde bu tür bir yazıyı almış, paramparça ettikten sonra da kâğıt parçalarını öfkeyle yemişti. Kâğıtları çiğnemiş ve sonra da yutmuştu. Ve, ‘Bir süre sonra layık olduğu yere yani kanalizasyona gidecek,’ demişti. Bana gazeteciliği Ture Svanberg öğretti. İki tür gazeteci olduğunu söylerdi sık sık. Bunlardan birincisi gerçeği ortaya çıkarmak için, diğeriyse gerçeği örtbas etmek için elinden geleni yapar, derdi. O birinci gruptandı. Ve bu iki grup arasında da sürekli ve asla bitmeyecek bir savaş vardır. Bazı gazeteciler gerçeğin peşini bırakmaz ve bunu ortaya çıkarmak için gerekirse canlarını bile tehlikeye atabilirler. Bazıları da güç sahiplerine yalakalık yapar ve gerçeğin ortaya çıkmaması için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Gerçekten de bu söyledikleri doğruydu. On beş yaşımda olmama karşın bana öğrettiklerini çabucak öğreniyordum. Güç sahipleri sembolik temizlik firmaları ve cenaze levazımatçılarıyla ittifak kurarlar. Onların ayak işlerini yapmak için ruhlarını satmaya can atan birçok gazeteci vardır. Gerçeğin ortaya çıkmaması için güneşi balçıkla örtmeye çalışırlar. Skandalları örtbas ederler. Temiz toplum safsatalarıyla gerçeği tüm güçleriyle bastırırlar.”
Yüzünü buruşturarak şişesine uzanıp büyükçe bir yudum aldı. Wallander arkadaşının göbeklenmeye başladığını fark etti.
“Gustaf Wetterstedt’le ilgili o günlerde tam olarak ne olmuştu?”
Magnusson cebinden bir paket sigara çıkardı. Sigarasını yakarak dumanı havaya savurdu.
“Fahişeler ve sanat,” dedi. “Gustaf’ın karısından habersiz kiraladığı Vasastan’daki evine yıllarca, her hafta genç bir kız götürdüğünü herkes biliyordu. Bu işlerle ilgilenen özel bir yardımcısı vardı. O günlerde bu yardımcının morfinman olduğunu ve Wetterstedt’in ona morfin bulduğunu duymuştuk. Birçok doktor arkadaşı vardı. Aslında fahişelerle ilişki kurması biz gazetecileri pek ilgilendirmiyordu. Wetterstedt bunu yapan ne ilk ne de son İsveçli bakandı. Aslında burada bir kuraldan mı yoksa bir ayrıcalıktan mı söz ettiğimizi sormamız gerekir. Bazen bu sorunun yanıtını merak ederim. Her neyse, bir gün işler değişti. Fahişelerden biri, tüm cesaretini toplayarak Wetterstedt’i kendisine şiddet uyguladığı için polise şikâyet etti.”
“Bu tam olarak ne zamandı?” diye arkadaşının sözünü kesti Wallander.
“Altmışlı yılların ortalarında. Genç kadın, bakanın kendisini deri bir kemerle dövdüğünü ve ayaklarının tabanlarını jiletle kestiğini ileri sürdü. Büyük olasılıkla jilet yüzünden kadın onu polise şikâyet etti. Olay gittikçe ilginçleşiyordu. Tek sorun polisin, kraldan sonra ikinci olan, İsveç hukuk güvenliğinin en yüksek koruyucusu