Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

      Hürrem

      KIRIM SULTANI’NIN YOLLADIĞI GÜZEL CARİYE

      Üstüne Başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek, ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi, gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif yıldız gölgelerine benziyordu.

      Hafsa Sultan oğlunun yanı başında oturuyor, Haseki Mahidevran ayakta duruyordu. Ortada birçok eşya yığılıydı. Genç Hünkâr, isteksiz bakışlarla uzun bir süre bu yığınları seyretti, sonra yüzünü anasına çevirdi.

      “Valide,” dedi, “şu samurları Hazinedara yolla. Kakımları sen al, zerdevaları Mahidevran’a ver, ipeklileri halayıklara paylaştır.”

      Sözlerini bitirince yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Geniş ve ileriye doğru çıkık alnı kırışıktı. Esmer yüzünde karışık düşüncelerin izleri seziliyordu. Gözlerinin üstüne kadar inen, iki balıkçıl kuşu tüyüyle süslü yusufî kavuk, bu sert yüzü enikonu korkunçlaştırıyordu.

      Hafsa Sultan, uzunca boyuna mağrur bir edayla bambaşka bir hava vererek uzaklaşan oğluna hayran hayran baktı ve seslendi.

      “Aslanım, Kırım Hanı’ndan gelme bir de canlı armağan var.”

      Oğlu durdu ve yürüyüşünü sendeleten bu haberden hoşlanmadığını hissettirmek ister gibi ters ters baktı.

      “Bir halayık, değil mi? Görmeye değmez. Kime dilersen bağışlayabilirsin.”

      “Fakat güzel kız, hele alımına hiç diyecek yok. Bir gören bir daha görmek ister.”

      Haseki Mahidevran kıpkırmızı kesildi. Hiddetten titreyen bir sesle Valide Sultanın sözünü kesti.

      “Çirkinlere güzel denildiğini yeni işitiyorum. Neresi güzel o Moskof tutsağının? Gözü paslı, yüzü yaslı… Üstelik burnu da eğri! O güzel sayılırsa size, bize ne demeli bilmem!”

      Genç Hükümdar yavaş yavaş geri döndü. Gözdesi ve ölü diri birkaç çocuğunun annesi olan kıskanç Hasekinin yanına geldi. Bir elini onun omzuna koydu.

      “Elması,” dedi, “kuyumcu, altını sarraf anlar. Validemin gözü de güzelliğin mihenk taşıdır. Ne şaşar, ne aldanır.”

      Ve annesine döndü.

      “Kırım Hanı’nın canlı armağanını görmek isterim. Emret de getirsinler.”

      Terbiye sınırını bilinçsiz bir küstahlıkla aşmış olan Hasekiyi cezalandırmak fırsatı yüz göstermişti. Hafsa Sultan, bir kaynana insafsızlığıyla bu fırsattan yararlandı ve Mahidevran’ın kıskandığı kızı yine ona çağırttı.

      “Yavrum, dışarı çık da şu Urus kızını istet. Bizi de biraz yalnız bırak.”

      Darbe ağırdı, güzel Haseki iliğine kadar titriyordu. Fakat ne yapabilirdi? Kendisi birkaç şehzade doğurmuş olmasına rağmen nihayet bir halayıktı. Burada, bu sarayda ise söz söylemek hakkı ancak Padişahın ve sonra anasınındı. Onlar dil birliği yapınca kendisine susmak, kalbini de susturmak düşerdi.

      Bununla beraber ümitsizliğe kapılmış değildi. Padişahın Kırım’dan gelen kızı beğenmeyeceğini, şöyle bir görüp geri çevireceğini ve geceleyin yine kendine geleceğini umuyordu.

      İşte bu ümitle ayaklarını sürüye sürüye odadan çıktı, kapı önünde nöbet bekleyen haremağasına Valide Sultanın emrini iletti.

      “Hani Kırım’dan bir murdar kız gelmişti ya, işte onu istiyorlar. Git Başkalfaya söyle, alıp buraya getirsin. Fakat kahpeyi süsleyip püslemeye kalkışmasın, ne kılıktaysa el değdirmesin, öylece iletsin.”

      Zenci hizmetkâr cariyeler koğuşuna doğru yürürken, Haseki ilâve etti.

      “Başkalfa odasına dönmeden beni de görsün!”

      Şimdi yüreği çimdiklenmiş, beyni yumruklanmış gibi garip bir acı içinde kendi dairesine gidiyordu Mahidevran. Duyduğu azap, yüreğinde ve beyninde kanayan ıstırap büyüktü. Bununla beraber, isteyip de elde edemediği şekerlemenin hayalini anasından dayak yerken bile nemli gözlerinden uzaklaştıramayan hırçın çocuklar gibi, Kırım’dan gelme Halayığın yüzünü göz bebeklerinden kovamıyordu. Onunla birlikte yürüyordu.

      Odasına da aynı hayali taşıyarak girdi ve bir köşeye yığılarak hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Kaynağını anlayamadığı bir duygu, on yıldan beri kendinin olan erkekten artık uzaklaşacağını sezdiriyordu ona ve bu sezgi onun gür siyah saçlarının her teline terden birer dizi inci işliyordu.

      Bir aralık, yaş dolu gözlerinin önüne oğlu Mustafa’nın sevimli yüzü geldi ve benliğini altüst eden acılar azalır gibi oldu.

      Henüz beş yaşındaki bu çocuk, elinden kaçacağını sanarak üzüldüğü taç sahibi erkeğin veliahtıydı. Babası ölünce saltanat, kudret, taç, taht ve bütün devlet onun eline geçecekti. Şu hâlde gelecek, valide sultan olacağı için kendisinin demekti ve o mutlu günü sabırla, tahammülle, tevekkülle bekleyip şimdi ses çıkarmaması gerekti.

      Haseki Mahidevran bu düşünceyle biraz soluklandı. Er veya geç valide sultan olduğu gün, kendine şu acı dakikaları yaşatan ve kim bilir daha ne ağular yutturacak olan Rus kızdan hıncını çıkarmayı kurarak gözlerini sildi. Dudaklarına acıyla ümidin birleşmesini temsil eden, gamlı ve tatlı bir tebessüm işledi, oğlunun odasına geçti. Hain görünen hâli kendi odasının eşiğinde bırakıp, çok şeyler vaat eden geleceğin kucağına koşuyordu. Artık memnundu ve kalbine yayılan sıcak heyecandan saçlarının teri bile kurumuştu.

      Oğlu, kendini haremağası yerine koyup, yere yatırdığı sekiz on yaşlarındaki yavru bir zenci halayığı kamçılamakla, arada sırada da, “Seni satılık et seni! Kapı dinlersin, söz uğru-lamaya çalışırsın ha!” diye haykırmakla meşguldü. Onu azat kâğıdını kucaklayan yorgun bir cariye gibi kolları arasına alan Haseki, kelimeleri çılgın öpücüklere karıştırarak deli deli söyleniyordu.

      “Sen yaşa oğlum, yaşa, beni de yaşat. Varsın, baban kucaktan kucağa dolaşsın. Bir gün olur, o da yorulur, şu bulanık sular durulur, yeni yeni meclisler kurulur, şimdi vuranlar o gün vurulur!”

      O sırada Hafsa Sultan’ın odasında da başka bir sahne görülüyordu. Başkalfa, Kırım Hanı’ndan gelme canlı armağanı odaya getirmiş ve anayla oğlu beklemeden harıl harıl şikâyete girişmişti.

      “Kız değil, Sultanım, bu bir afet. Dün geldi, ayağının tozuyla koğuşu fesada verdi. Deli desem yanlış olacak. Çünkü gözlerinde zekâ ışığı yanıyor. Akıllı desem yakışmayacak. Çünkü yaptıklarını hiçbir akıllı yapmaz. Boyuna ağlıyor, boyuna çırpınıyor. Gözyaşlarını sil diye mendil uzatsak alıp yırtıyor, yanağını okşayacak olsak elimizi ısırıyor. Koğuşta tırmalamadığı yüz, tekmelemediği bacak bırakmadı. Hani, konuktur, yurdundan ayrı düşmüş bir zavallıdır diye düşünüp acımasam ağalara yalvarıp kamçılatacaktım. Anamdan emdiğimi burnumdan getirdi yirmi dört saat içinde. Ya geceleyin yaptıkları? Hepimiz tatlı tatlı uyurken onun boğazlanıyormuş gibi acı acı böğürerek bir sıçrayışı, kapıya pencereye bir saldırışı var ki, Edirne tımarhanesindeki zincirli deliler yapmaz. Ferman Sultanımın, Şevketli Efendimindir ama cariyenize kalırsa bu kızı bir baltacıya filan verivermeli, saraydan uzaklaştırmalı. Adam olacağını ummuyorum.”

      Başkalfa, sözlerini Hafsa Sultan’ı muhatap alarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine oydu. Padişahın bu gevezelikle ilgilendiği yoktu. Kulağını sağırlaştırarak bütün hassasiyetini gözlerinde toplamış, Kırım’dan gelme canlı armağanı süzüyordu.

      Kız, şu soyu sopu belirsiz kız, İstanbul Fatihi’nin düşüreceği Belgrad Kalesi’ni tahta çıkar çıkmaz zapt eden bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşındaki yegâne hâkimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?

      Görünüşe göre hayır. Bir Rus köyünde doğmuş, papaz olan babasının İsa namına verilegelen basit sadakalara dayalı dar bütçesine ağır bir yük teşkil ederek yarı aç ve yan çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma öğrenmemiş