Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

benziyordu.

      O sırada henüz kırk beş yaşında bulunan Hafsa Sultan’la bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa, geçkin kadın iyi tıraş edilmiş elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamru yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Biri o kadar olgun, öbürü o kadar hamdı.

      Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir hayat sırrı, nereden ve ne şekilde fışkırdığı belli olmayan bir cazibe vardı. O darmadağın saçlara, o gamlı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o bakımsız kıyafete rağmen bu sır, bu cazibe işi Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.

      Belgrad’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen, berrak fakat esrarlı bir dere önünde bulunuyormuş gibi şaşkındı. Dalgasız, sessiz, hatta ensiz göründüğü hâlde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup ortaya koymak için zekâsını yoruyor, iradesini zorluyordu. Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Genç Hükümdar, bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın gamlı gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve özellikle kalkık burnundan ayırmamakla beraber hep bu sırrı taşıyordu. Kızı güzel bulamamıştı, ancak beğenmiş, candan beğenmişti, şu kadar ki beğenişinin sebebini anlayamıyordu ve bu belirsizlik onu üzüyordu.

      Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine eşini görmediği bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın cinsel bir kudretten ziyade ruhsal ve manevî bir güç taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin her yönünü ve yüzünü bilen bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bunu kendisine her gün, her dakika hatırlatıyor ve yeni baştan öğretiyordu. Bu sebeple bu kumral güle bambaşka bir değer vermişti. Onda sınanmış hakikatlerden de, hayalî hazlardan da üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilâhî kucaklamalar püskürtecek bir zekâ denizi bulmuştu.

      Fakat bir şeyler söylemek de gerekiyordu. Küçük bir mırıldanışı kürenin her bucağında sürekli akisler yapan şu ağız, genç bir esir kızın esrarlı cazibesi önünde uzun müddet kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan bu kafa, uzun dakikalar sersem ve kendinden geçmiş bir hâlde eğilip duramazdı. Mutlaka uyanmak, kudretine ve büyüklüğüne yakışan bir şekilde durumu anlamak lazımdı.

      Biraz geç olmakla beraber Sultan Süleyman bunu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbini saran sihirli ağdan iradesini kurtarmaya çalıştı ve tatlı bir rüyadan sıyrılır gibi gözlerini anasına doğru açtı.

      “Hakkın var, valide,” dedi, “küçük Rus çok alımlı şeymiş. Tülle örtülü elmasa benziyor. Değeri, biçimi pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmalı, cevheri açığa çıkarmalı.”

      Kırım’dan gelme Halayığı bir saray bostancısına layık gören ve bu fikrini açıkça da söylemiş olan Başkalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken, Süleyman şu emri verdi:

      “Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti bir hasekininki gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Üst tarafını validemle görüşürüm.”

      Başkalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamıştı. Deminki patavatsızlığı için alacağını sandığı cezanın bildirilmesini bekliyordu. Hünkâr, onun alık alık ve acıdan kıvranarak beklediğini görünce sesini sertleştirdi.

      “Ne duruyorsun be, eksik etek,” dedi, “Küçüğü alıp götürsene.”

      Beriki, yeniden hayat bulmuş bir ölü gibi sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi.

      “Ayak öpmesin mi, Efendim? Ummadığı lutfa erdi, dün gelmişken bugün kereminizi gördü.”

      Süleyman omuzlarını silkti, Rus kıza baka baka cevap verdi.

      “El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak. Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin… Ondan sonra kendisini saray adetlerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”

      Başkalfa bir kere daha eğilip Hünkârı ve anasını ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi.

      “Buyurun, Efendim,” dedi, “Gidelim, odanızı hazırlayalım.”

      Türkçe anlamayan kız, yapılan işaretten kendisine söyleneni kısmen anladı, odadan çıkmak gerektiğini sezdi ve oraya girdiği dakikadan beri ilk defa gözlerini Padişahın yüzüne çevirdi, uzun bir bakışla o esmer yüzü süzdü. Padişah da ona baktığı için gözler karşılaşmış, bakışlar çarpışmış ve yürekler selamlaşmıştı. Rus topraklarından, Galiçya’nın adı anılmaz, sanı bilinmez bir köyünden yakalanıp Tatar akıncılarının haşin pençeleri arasında sürüklene sürüklene ovalar aşmış, dağlar dolaşmış ve denizler geçmişti küçük esir. Yeryüzünde en büyük kudret diye tanınan muhteşem Hükümdarın bakışında kısa süre içinde kendisine esir olacak bir kalbin ebedî hayranlığını ve Sultan Süleyman da onun bakışındaki gönül selamında sihirli bir gücün hâkimiyetini sezmişti.

* * *

      İşte Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkâr, Kırım Hanı Mehmet Giray’dan gelen mektup sayesinde bu kızın Galiçya köylerinden Rogatino’da doğduğunu, babasının papaz bulunduğunu öğrenmişti. Fakat bu bilgilerin dikkate değer tarafı yoktu. Çünkü büyük oğlunun anası Mahidevran Kafkasyalıydı ve soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanya’dan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk renk halayıklar da aşağı yukarı aynı durumda bulunuyorlardı. Bu sebeple Hünkâr, yeni ve pek körpe esirin geçmişiyle, almış olduğu kilise terbiyesiyle ilgilenmedi, onun taşıdığı gizli kişiliğe ilgi gösterdi. Kızın gözden çok yürekle, ruhla sezilen manevî güzelliği, büyüye benzeyen ve varlığı hissolunup da içeriği sezilmeyen gücü onu bir anda büyülemiş gibiydi.

      Bununla beraber acele etmedi, yılda üç beş kız için yaptırdığı gibi onun hemen hamama sokulması, güzelce temizlettirildikten sonra yanına getirilmesi için emir vermedi. Çünkü tahta çıkmadan önce babasından yüksek işler başarmadıkça ve hele mensup olduğu sülâlenin en büyük şahsiyeti sayılan Fatih Sultan Mehmet’in mağlup kaldığı yerlerde galip olmadıkça saray eğlencelerine bel bağlamamayı vicdanına karşı vaat etmiş bulunuyordu. Hâlbuki saltanata kavuşalı iki yıl olduğu hâlde sözünü henüz yerine getirmiş değildi. Bir yıl önce Belgrad’ı almakla Fatih’i bir adım geçmişti, fakat benzemek istediği o ünlü hükümdar zamanında meydana gelen Rodos bozgununun intikamı hâlâ alınmamıştı. O ünlü kaleyi düşürmedikçe ve Fatih’in adaya kadar yollayıp da diktiremediği Türk bayrağını şövalyeler sarayının tepesine asmadıkça içmiş olduğu ant yerine gelmiş sayılmazdı.

      Bu, vicdanî bir gereklilikti. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili dünyanın hiçbir yerinde değişmez. Medenî, bedevi veya vahşî, hiçbir erkek tesadüf edip de hoşlandığı bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın bir zorunluluğunu olan cinsel yakınlaşmalarda kelimelerin yeri yoktur. Çünkü ağızların görevi