karşı duygu gösterir, çekilir ve açılır. Lâkin maksadı, o güzelliği içine atmak ve eritmektir.
İbrahim bütün bu gerçekleri biliyordu, hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya gücü yeten bu genç Hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması, başkalarını hayrete düşürse bile Hasodabaşına şaşkınlık vermezdi. Çünkü o, Padişahın sınırsız bir güçten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, acıya hasret kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin düşüncesine göre, Padişahın Hürrem’e yanıp yakılması, hele de onu kendine hemen mal etmeyip uzakta bulundurarak ortaya sunî bir hicran koyması hep o ruhsal sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen görev, Padişahın bu ruh hâlini okşamak, hayali üzüntülerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.
İbrahim, kendi geleceğini ve mutluluğunu düşünerek nedimlik görevini ince bir ustalık ve beceriyle yaparken, Sultan Süleyman’ın gelip geçici isteklerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne de saz o özü uzun müddet sarhoş tutabilirdi. Aşk da, şimdi görünen hastalıklı şekliyle de olsa, o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına geldikçe, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük meselesi olan Rodos seferine getiriyordu.
Sultan Süleyman, savaş için ata bineceği güne kadar Hürrem’in hayaliyle oyalanmak ve yakınlık içinde yaratılmış şu hicran âleminin üzücü zevkine benliğini vakfetmek istemekle beraber, nediminin değindiği konulara ilgi göstermekten de geri kalmaz, hemen düşüncelerini, kararlarını sıralamaya koyulurdu. Fakat o halvet demlerinde bu çeşit sohbetler, iki kadeh arasındaki ara kadar kısa sürerdi ve söz yine saza verilerek konu hızla değiştirilirdi.
Günler birbiri ardına işte bu biçimde geçti, Sultan genç nedimiyle uzun bir halvet âlemi yaşadı. Yüreğini bütün genişliğiyle kendisine verdiği kızı, yanı başında olmasına karşın görmedi fakat adını da dilinden düşürmedi. Emeli, uçar bir pervane gibi değil, ruhu dudağına gelmiş bir hasta misali ona yaklaşmak ve bu ölüme yakın ruhu, sevgilisinin tebessümünden alacağı şifayla yerine çevirmekti.
Piri Paşa, bütün hazırlıkların tamamlandığını bu durumda Hünkâra haber verdi.
“Padişahım,” dedi, “üç yüz gemi yelken açmak, yüz bin asker de yürüyüşe geçmek için emrini bekliyor!”
O, uzun sürmüş bir rüyadan uyanır gibi şöyle bir silkindi, ruhsal zindeliği bir anda gözlerine toplandı, herhangi bir zaafın izlerini taşımayan gür sesiyle kararını bildirdi.
“Yarın ordunun başındayım. Donanma iki gün sonra çıksın!”
Hafsa Sultan, “Bize duayı unutmayın,” diyerek elini öpen oğlunun alnına dudaklarını koyarken fısıldadı.
“Hürrem’i bir kez görmek istemez misin, Aslanım?”
“O, yüreğimde ve göz bebeklerimde. Demek ki her saniye kendisini görüyorum. Hüner, beni ona göstermektir. Sen kendisini yanına al, Üsküdar ’a geç. Doğancılar Sarayı’ndan onunla birlikte alayı gör.”
Ve annesinin kulağına eğildi.
“Hürrem’in beni tanımasını, ilkin padişah ve sonra âşık olarak tanımasını isterim. Bu zahmet de sana düşer.”
Sultan Süleyman, Haseki Mahidevran başta olmak üzere birkaç saraylıyla hiç konuşmadı. Oğlu Mustafa’yla da ancak bir saniye oyalandı. Doğru kıyıya indi, kayığa bindi. Bu inişte ve binişte, saraydan kaçış gibi bariz bir acele seziliyordu. Mahidevran, yüreğini bastıra bastıra, Şehzade Mustafa nemli gözlerini aça aça bu hâle hayretlerini ortaya koyuyordu. Yalnız Hürrem, Padişahı Valide Sultan’ın dairesinin bir köşesinden kayıtsız gibi görünen bakışlarla takip edip uğurlayan Hürrem, şu kaçışa benzeyen uzaklaşıştaki sırrı apaçık görüyordu. Henüz on yedi yaşında bulunan esir, bu kudretli erkeğin kendisiyle karşılaşmaktan korktuğunu anlamıştı ve için için gülmüştü. Çünkü, aşktan kaçanların sevgililerini daha çabuk bulmak için koştuklarını her kadın gibi o da biliyordu.
Hürrem’in böyle görüp böyle düşünmekte hakkı vardı. Süleyman onunla yüz yüze ve göz göze gelmekten tam anlamıyla korkuyordu. Tanınmamış âlemlerin esrarını taşıyan o gözlerin önünde, sınanmamış zevklerin tadını vaat eden o dudakların karşısında sersemleşip kalıvermekten ve padişahlık büyüklüğüne yakışmayacak şeylere tenezzül etmekten ürküyordu. O sebeple gözlerini önüne eğerek dehlizleri aşmış ve saraydan kaçar gibi uzaklaşmıştı.
Fakat kayığa biner binmez korkudan ve telaştan sıyrıldı, tabii rengini alan gözlerini etrafa çevirdi. Şimdi bir ruh değişikliği geçiriyor, yeri ve göğü bambaşka görüyordu. İçinde oturduğu saltanat kayığı benliğini hızla uçuruyor, yükseltiyor ve baş döndürücü bir miracın heyecanına kavuşturuyordu.
Bu değişiklik ve bu hissi yükseliş, deniz üzerinde serilip uzanan haşmetli manzaradan ileri geliyordu. Önünde, ardında, sağında, solunda dizi dizi kayıklar vardı ve onların taşıdığı alay alay insan, yekpare bir kalp gibi kendini selâmlıyor ve apaçık bir köle bağlılığıyla kendine karşı boyun kırıyordu.
Daha ötede filo, onun geçişini renk renk alay bayraklarına sarılarak selam vaziyetinde bekliyordu. Baştarda, Türk gücünün harekete geçişini seyretmek için ölçülmez derinliklerin böğründen fırlayıp çıkmış bir deniz perisi gibi göz alıcı bir ihtişam içinde nazlı nazlı sallanıyordu. Kapudaneler, patronalar ve riyalalar, yelpazeler gibi zarif bir ahenkle yavaş yavaş kımıldanıyordu. Güneş, bu görkemli filoyu yakından görmek ve onun bağrından genç Sultanın köpüklerle bezenmiş yoluna dökülen alkışları yakından duymak için sanki yere ağıyor ve kamaşmış bir göz gibi sahnenin üzerinde yanıyordu.
Miğferler, zırhlar, kalkanlar, mızraklar, altın ve gümüş kitabeler, renk renk bayraklarla çeşit çeşit fenerler, Türk donanmasına başka bir heybet veriyordu. Süleyman, işte bu haşmet ve heybetin içine getirdiği ferahlıkla hakiki bir göğe yükseliş zevki alıyordu. Bir aralık gözünü geriye, Sarayburnu’na doğru çevirdi ve gurulru bir güvenle gülümseyerek için için söylendi.
“Hürrem işte bu aynada beni görecek, beni tanıyacak!”
Donanma toplarının velvelesiyle uğurlanarak Üsküdar’a adım attığı, ordunun alkışlarıyla karşılandığı anda yine Hürrem’i düşünüyor ve onun hayalini selamlaya selamlaya ata binerek asker safları arasından otağına doğru yürüyordu.
Üsküdar o tarihte pek bakımsızdı. Ne bugünkü camileriyle hamamları, ne de yüz yıl önceye kadar yaşayan kervansarayları, imaretleri vardı. Meşhur olan çeşmeleri, sebilleri de o devirde henüz yapılmamıştı. Şemsipaşa ve Salacak semtleri de boştu, yaz günlerinde yüzmeye gelen gençlerden başkasının uğrağı değildi. Doğancılar’da bir saray bir de han vardı. Han, doğan besleyip satan kimselerin barındıkları yerdi, saraysa mirî binalardandı.
Rodos’a gidecek ordu işte bu kasabanın dört yanını işgal etmişti ve Albahadır, Secah, Kadıköy bağlarının çevreleri hep çadırla bezenmişti. Hünkârın otağı da şimdi Orta Valide Camisi’nin bulunduğu bayır üzerine kurulmuştu. Doğancılar Sarayı buradan görülebiliyordu.
Sultan Süleyman, yeniçeri ve sipahi alaylarının arasından