yol almaya başlamıştı.
Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı. İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden, yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha oluşmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla uğurluyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir şekilde yankılanıyordu.
İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi; başka ve çok başka bir varlık olup, ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de abartı sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.
Hünkâr henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse Hünkârı aramıyordu, aramaya gerek görmüyordu. Çünkü her nefer bir hünkârdı. Bu hakikat, eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir güçle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir örneği olduklarından şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.
Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek ve bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere, enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşüne dalarken, Sultan Süleyman da çadırından çıktı. Sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların oluşturduğu bin renkli hale içinde orduyu takip etmeye başladı. Atlı yaya yüz bin askerin ve Hünkârın yürüyüşünü seyrederek kendinden geçen halk bu kahramanları çılgınca alkışlıyordu.
Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhtan daha sert bir yüz taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi, Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o gururlu gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz halinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı, fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyordu. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir yüz veremezdi.
Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde, ihtiyar bir kadın kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek Hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı.
“Dur,” dedi, “beni dinle!”
Padişahın etrafında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırken, Süleyman dizginleri çekti. Kendini orada alıkoymakla mutlu eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu.
“Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”
Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu.
“Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah diyorum, başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. N’ideyim, nasıl geçineyim?”
Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık, kapıdaki kafesimsi iki üç gözetleme deliğinin kımıldanır gölgelerce kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in alay seyretmek üzere bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem oradaydı ve kendini görüyor, dinliyordu.
Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla eğlenmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha oyalanmak ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O sebeple sordu.
“Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sense duymuyorsun. Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”
Bu şakayı bir hakaret sayan bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini Hünkârın yüzüne dikti.
“Uyuyordum,” dedi, “çünkü seni uyanık sanıyordum!”
Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken, Sultan Süleyman bir kahkaha patlattı.
“Hakkın var,” dedi, “biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”
Ve haremağalarından birine emir verdi.
“Bu kadını valideme götür, ona bir kese altın verilsin, bir de ev bağışlansın.”
Süleyman, Hürrem’e doya doya yüzünü göstermiş olmaktan ve minimini deliklere yapışık gözlerinden sızan ışığı ruhuna sindirmekten doğma bir ferahlık içindeydi. Evi soyulan kadına bir ev değil, bir ülke bağışlasa az bulacaktı. Kadın da memnundu; dili döndüğü kadar dua ve teşekkür ediyordu. Halk ise Hünkâra ders veren kadını imrene imrene alkışlıyordu.
Ordunun Üsküdar’dan sonra ilk menzili Maltepe’ydi. Sultan Süleyman orada donanmanın Marmara’ya süzülüşünü seyretti. Üç yüz parça gemi, şişirilmiş yelkenlilerle bir sürü kuğu kuşu gibi denizi yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, ardından koştuğu zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden uğurlarken, Padişah da otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden kaleme sarıldı. Anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:
“Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç içinde. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir an önce Rodos’a varıp düşmana saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek elimizde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bizi yönetiyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğrenmiş olsaydı sizinle okur ve aşka gelirdi. Bununla beraber, kendisine beyitimizin tadını hissettirmeniz iyi ve hoş olur. Yüreğimizden taşıp kağıda dökülen söz şudur:
Sûre-i velleyl okurdum dün namazı şâmda,
Zülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedim.”
Süleyman, dilber yerine açıkça Hürrem diyemedeğinden dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olduğu için şiirin inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin, dilberden maksadının ne olduğunu anlayacağını umarak teselli oluyordu.
Bir yükten kurtulmuş gibi seviniyordu. Çünkü yazdığı