Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

yer öpüp divan duran iki Mustafa’dan ilkin eniştesi olana yüzünü çevirdi.

      “Bak, Paşa,” dedi, “bu sefere serasker oldun, gözünü dört aç, adımlarını tarta tarta at. Büyük atam Fatih, Rodos bozgunundan dönüşte Mesih Paşa’yı asmamış, üç tuğlu vezirlikten çıkarıp Gelibolu’ya yollamış. Ben böyle yapmam, adadan bozguna uğrayıp dönecek olan paşaların derisine saman doldururum. Bunu bil de iyi davran!”

      Ve sonra Yaylak Mustafa Paşa’ya döndü.

      “Serasker Paşa hem adaşın, hem yoldaşındır. İkiniz de saraydan yetiştiniz. Birbirinize yan bakmayın, kardeş gibi davranın. Donanmayı sana, öncü orduyu da ben gelinceye kadar ona bırakıyorum. El ele verin, candan çalışın, adayı bir iyi sarın.”

      Onlar el ve yer öpüp filoya katılmak üzere ayrıldıktan sonra, Hasodabaşı İbrahim huzura girdi. Zeki nedim, efendisinin önüne bir yığın kâğıt koyarken çapkın bir tebessümle soruyordu.

      “Sofra kurulsun, etraf çevrilsin mi Efendim?”

      Süleyman bu soruya cevap vermeden kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Bunlar, menzil cetveliyle Mahmut Reis’ten son gelen raporlardı. Rodos’ta kalbini ele geçirdiği Rum kızının yardımıyla çok önemli bilgiler toplayan cesur denizci, bu sefer de kırk iki yıl önce yapılan Rodos kuşatmasına ait krokileri, planları yollamış ve o kuşatmada Türklere casusluk edip, sonunda birer suretle felâkete uğrayanların hatıralarından Hekim Salamon’la Almaral’ın endişeye düştüklerini, kendilerinin dile ve ele verilmemesi için yalvardıklarını da uzun bir mektupla bildirmişti.

      Hasodabaşı İbrahim, Hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı.

      “Mahmut Reis’in,” dedi, “hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır ortaya çıkarsa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”

      Süleyman, bu düşüncenin tam tersini ileri sürdü.

      “Bence,” dedi, “bu değersiz bir meseledir. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir. Bu gibilerin yokluğu, varlığından iyidir. Zorunluluk hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur, lakin eli öpülmez; casusların da hizmeti ödenir, fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri gerek, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”

      Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi.

      “Kırk günde mi,” dedi, “Marmaris’e varacağız? Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”

      Hasodabaşı, savaş yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lâzım gelen Hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı.

      “Sultanım,” dedi, “sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla gidilseydi Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz, halkın derdi varsa dinleyeceksiniz ve her gün geriden haber alacaksınız. Valide Hazretleri elbette gün başına bir ulak çıkarır, İstanbul’da olup bitene dair size haber ulaştırır.”

      Zeki nedim, parmağını Hünkârın yüreğindeki sırra basmıştı. O, yolun uzunluğunu ileri sürmekle, sarayda kalan Hürrem’den günlerce uzaklaşmanın üzüntüsünü açığa vurmuştu. Hasodabaşı da, kara yolculuğunda gerilerden sık sık haber alacağını söylemekle o üzüntünün merhemini müjdelemiş oluyordu. Hünkâr, bu ince düşünüşten haz aldı ve nedimini minnettar bir bakışla okşadıktan sonra en büyük takdir kelimesini sarf etti.

      “Aferin!”

      Şimdi seferle ilgili şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu.

      “Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”

      “Eski bozgunluğun hıncını almak!”

      “Bu, görünen sebep. Sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”

      “Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması gerekir.”

      “Bu da herkesin bildiği bir şey… Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle!”

      “Başka bir sebep bulamıyorum.”

      Hünkâr yerinden kalkmıştı. Otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi.

      “Babam,” dedi, “yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım, derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”

      Ve kulağına fısıldar gibi davrandı.

      “Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi de bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben onun gibi hareket etmek istemedim, yılanı saklandığı kovukta yakalamayı kurdum.”

      Hasodabaşı, herkes tarafından bilinip de kimse tarafından ağza alınmayan bu sırrı yeni duyuyormuş gibi davrandı, biraz da telaş gösterdi.

      “Ya şövalyeler amcanızın oğlunu kaçırırlarsa?”

      “Bunu yapmazlar, yapamazlar. Çünkü bana yenileceklerini anlayınca konuklarını adayla değişmek isteyeceklerdir. Kendisini şimdiye kadar alıkoymaları, beslemeleri de hep bu düşünce yüzündendir. Onlar, amcamın oğlunun başını adaya tercih edeceğime inanırlar. Yarın bunun doğru olmadığını anlayacaklar, çünkü ada da, amcamın oğlu da elime geçecek!”

      Ve birden sözü değiştirdi.

      “Haydi, git, validemin Üsküdar ’a geçip geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”

      İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultanın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini müjdeledi. Müjde diyoruz, çünkü Hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir müjde olarak görüyordu. Nitekim bu haberi alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı artan gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti; havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.

      Hasodabaşı, Sultanın, Hürrem’in kokusunu aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i görmekte olduğunu sezdi.

      “Valide Hazretlerine,” dedi, “selam yollamak gerekmez mi?”

      O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi.

      “Hele Piri Paşa gelsin, valideden haber getirsin. Sonra biz görevimizi yaparız. Sen telleri söyle de gör.”

      O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti. Valide Sultandan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu. Efendiyle köle baş başa kaldı. Kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, coşkunluğundan otağa sığmaz hâle gelen Hünkâr tarafından Valide Sultana uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu Hafsa