Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

Piri Paşa’yı huzuruna kabul ederek ordu işleri hakkında görüşüyor, en basit meselelere kadar bilgi alıyor ve güvenlikle ilgili önemli emirler veriyordu. Yine her gün köylülerle temas ediyor, onların dertlerini dinliyor ve bol bol para dağıtıyordu. Saray adamları, biraz fazlaca yapılan bu bahşişleri onun cömertliğine, fukara severliğine hamlederek şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyuyorlardı. Hâlbuki o, eski Süleyman’dı. Para işlerinde dengeli davranmayı ihmal etmezdi. Fakat, “Hürrem’in sağlığı, gönlünün mutluluğu,” için eşsiz bir bonkörlük gösteriyordu.

      İşte bu şekilde Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden, iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçeleri aşıldı ve Kütahya Ovası’na konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri geçiliyor ve iki menzil bir ediliyordu.

      Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçma isteği görülüyordu. Bundan ötürü Hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen herkes katılıyordu.

      Kütahya Ovası’nda geçit resmi yapıldı, bu yüzden bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece Köyü, Sıçanlı Düzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada, donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.

      Cenk eri Vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini çekmekten geri kalmadı. Hele Seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir,” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati arttırdı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan’ın oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan yararlanmayı henüz düşünmediklerini anlamıştı.

      Süleyman şimdi daha sabırsızdı; durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmiş, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk kahramanları, o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar. Üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.

      Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları söylemeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca arası aşılıp Çoban Ilıcası’na varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bu haberlerin başında, Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardorna Kalesi’ni bir kanlı baskınla zaptetmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilâverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya… En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu olaydaki inceliği kavradığından, haklı bir gurura kapılıyordu. Dalmaçya kahramanlarına Çoban Ilıcası Karargâhı’ndan selâmlar uçuruyordu.

      Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalı beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.

      Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz açık bir işaret, aşka yorulabilecek bir kayıt yoktu. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendi sağlığından ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan ilgilendiğini, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için onu zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve Padişahın vaziyetini nasıl buluyordu? Valide Sultan hiç bu noktalara değinmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde, “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi, ‘Efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün, ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün, ‘İyi o, çok iyi,’ diye sevinç gösteriyordu,” şeklinde bir açıklama yapmıştı.

      Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi, Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir anlam çıkarmaya savaşmıştı. Kızın, kendisini anarken Valide Sultana karşı “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “Aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir arzuyla “Aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe heyecanlara kapılıyordu.

      Sözün kısası Hürrem ve savaş, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve ardından susan taraf ortaya çıkarak berikini sessizliğe davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Ancak savaş sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e vereceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir huzur geliyordu.

      Süleyman, ordu ve hükümet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de düzen içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu zararlı yaratıklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan Suyu’na gelindi.

      Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip yâr-ı can dediği kızın sağlığını müjdeliyordu. Bozdoğan Suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi, tavrı, hâli değişti.

      İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahralar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.

      Genç Hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, başaramadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine emin olduğu ulağı arattı ve gidenlerin geri gelmesini ümit içinde bekleyerek oyalanmaya çalıştı, yine buhrandan sıyrılamadı. İçinde kırmak, yıkmak ve devirmek ihtiyacı hâkimdi; zincirden boşanmış, fakat yine kafeste kalmış bir pars hırsıyla otağında dolaşıyor, boyuna homurdanıyordu.

      İşte bu sırada Piri Paşa huzuruna geldi.

      “Kocaları seferde olan eksik