Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellâtlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere sesleniyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu.

      “Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”

      Onun bu zalim isyanı, hiç şüphe yok, hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi. Valide Sultanın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine düzene girdi. Süleyman, Hürrem’in sağlık haberini almadan Bozdoğan Suyu’nu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın tepkisini anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu olayda, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek Hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak bu olayı candan alkışlıyordu. Yalnızca Hasodabaşı İbrahim işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.

      Yine bu Bozdoğan Suyu menzilinde, Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek Hisarı’nın lâğımlar yürütülerek düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk zafer şerefine meşale yakılıp destanlar söylenirken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı. Askerin pırıltılı ve gürültülü neşesine gözünü, kulağını vererek Hürrem’i düşünüyordu ve bu nurlu sevinç içinde can dediği, canan dediği kadınla kendi kalbini kucaklaştırıyordu.

      Bozdoğan Suyu, ordu için uğurlu gelmekle beraber savaş sahnesine bir an önce varılmak arzusu da bütün gönüllere hâkimdi. Bu sebeple, İstanbul’dan gelen ulağın uzun bir mektupla geri çevrilmesinin ardından göç borusu çalındı, kösler inledi ve çadırlar yıkılarak yola çıkıldı. Tamla, Şah Medresesi, Şahna Ovası, Gökbeli Derbendi ve Bozöyüğü geçildi, Muğla civarındaki Karabağ Sahrası’na gelindi. Orada Menteşeoğulları’ndan İlyas Bey, Hünkârın şerefine büyük bir ziyafet hazırlamıştı ve uzunca bir yola kıymetli kumaşlar, şallar, halılar döşemişti.

      Süleyman, Belgrad seferine giderken yoluna dökülen bütün peşkeşler için yaptığı gibi, İlyas Bey’in sunduğu armağanları da, “Aldım, kabul ettim, yine sana bağışladım,” sözleriyle geri verdi. Lâkin Muğla bölgesinde bir zamanlar hüküm süren Menteşe Bey’in bu civanmert varisine bol bol iltifat etti. Vaktiyle tahtta oturmuş, taç giymiş, sikke kestirmiş ve saltanat sürmüş olan bir adamın torunuyla yüzleşmek onu heyecana düşürmüştü. İlyas Bey’e yurduna dönmek emrini verdikten sonra nedimi İbrahim’e içini açtı.

      “Biz,” dedi, “iki yüz elli yıldan beri tahtlar deviriyoruz, ocaklar söndürüyoruz. Tanrı’nın yardımını gördükçe bundan sonra da oğullarımız, torunlarımız bu yolda yürüyecektir. Fakat mutluluk ve şans sonsuza dek sürmez, her olgunluğun ardından bir çöküş gelir. Bir gün bizim soyun da sonu gelir, yarattığımız saltanatın yerinde yeller eser.”

      Ve biraz düşündü, sonra içini çekti.

      “Şu Menteşe oğlunu görünce işte böyle düşündüm. Onun dedesi bir hükümdardı. Kendisi şimdi çiftçilik ediyor. Dünyanın kararı yok İbrahim, dönüyor, boyuna dönüyor. Vay bunu anlamayanlara, fâni bir mutluluğa bel bağlayanlara!”

      Belki gerçek mutluluğun aşk sayesinde ortaya çıkacağını, sevip sevilmenin ve kendi gönlünde bir güzele taht kurup karşılığında da o güzelin yüreğinde tahta oturmanın hükümdarlıktan değil cihangirlikten daha yüksek bir mutluluk olacağını söyleyecekti. Fakat bu derece hayıflanmayı kibrine yakıştırmadı, kendi şiirlerinden olan şu beyiti okumakla yetindi:

      Mülk-i dünya kimseye kalmaz sonu berbad olur,

      Ey Muhibbi, şöyle farz et kim Süleyman olmuşuz!

      Zeki nedim, efendisinin böyle acı acı söylenmesindeki hakikî sebebi kavramakla beraber bilmezden geliyordu, zemine ve zamana uygun sözler bulup hünkârın coşkunluğunu gidermeye çalışıyordu. Fakat Padişah, kendi hayalinin geniş ufuklarında dolaşarak nedimini dinlemiyordu. Nitekim üzüntüden kurtulmak çaresini de yine o ufukların bir köşesinde buldu ve birdenbire sordu.

      “Son menzile hangi gün ulaşacağız?”

      İbrahim, hayalden hakikate, aşktan savaşa bir anda geçiveren Hünkârın bu garip değişimlerine alışkın olduğu için hayret etmedi, hemen cevap verdi.

      “Yarın değil, öbür gün!”

      “Öyleyse yüreğimizi kapayalım, gözümüzü açalım. Kalemi bırakalım, kılıca yapışalım.”

      Ve gerçekten böyle yaptı. Gökova ve Kargasekmez yoluyla Marmaris Limanı’na varıldığı gün, o tamamıyla değişmişti. Aşkını ve acısını kalbine hapsederek bütün benliğini savaş işlerine vermişti. Marmaris’ten Rodos’a geçen büyük ordunun her askeri, onu yük hayvanlarının ve sayısız denklerin arasında dimdik durmuş görüyor ve bu duruşta adayı uzaktan yakalamak isteyen kudretli bir büyüklük seziyordu.

* * *

      Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüşü de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir gözbebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir gözbebeği yetimliği verir. Marmaris de, bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.

      Dört yüz on beş yıl önce de durum böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir gözbebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle akın akın Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirini arzulayan ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.

      Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zorunluluktan doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan, Kudüs’ten kovulma şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı uygun bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silâhı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silâhın bu siperi parçalaması insanlık onurunu yükseltecek bir hadise olacaktı. Fakat hakkın güç verdiği kol kadar hırsın, çıkarların harekete geçirdiği bilek de hassastır. Ondan ötürü şövalyeler yaman davranmayı tasarlamışlardı. Adanın biricik kasabası ve kalesi olan Rodos’u aşılmaz siperlerle çevrelemişlerdi. Her siper, yekpare bir üçgen gibiydi. Bununla beraber şövalyeler, Türk gücünün taşı toza çeviren yüksekliğini de düşünmüyor değillerdi. O sebeple başlarına topladıkları kalabalığa manevî bir kuvvet aşılamak isteyerek hurafeler tarihinden destanlar düzenliyor ve bunları birer ilâhî gibi kiliselerde söylüyorlardı. Yürekleri birer istihkâm hâline koymak için uydurulan bu destanlara göre Rodos, güneşle denizin sevişmesinden doğmuştur ve daima onların koruması altında kalacaktır.

      Güneş ve deniz, şüphe yok, yenilemez. Ancak on altıncı asırda Avrupa, bütün Asya ve yarı Afrika, Türklerin güneşe de denize de söz geçirebileceğine akıl erdiriyordu. Şövalyeler, kendi askerlerinin düşüncelerini de etkileyen bu gücü gidermek için, Rodos’un birçok istila ordularını geri çevirdiğini ileri sürüyordu. Kırk iki yıl evvel Mesih Paşa kumandasındaki Türk kuşatma ordusunun dönüşü de bütün bu masalları ciddileştiriyordu. Rodosluların