Türk ordusu da Rodos kıyılarında yıkıcı, ezici, mahvedici bir coşkun sel olmaktan ansızın uzaklaşmış, her zerresinde medenî olgunluğun ışığı yanan bir hoşgörü abidesi hâline geçmişti. Cesur şövalyeler, koca bir bahadırlık tarihi ve bütün Rodos, kendilerini temsil eden üç beyaz bayrağın gölgesinde diz çökerek bu abidenin eteklerini öpüyordu.
Hünkâr, zaafa, acze ve yalvarışa karşı şefkat gösteren orduyu artık hiçbir kuvvetin yürütemeyeceğini takdir ettiği için Sadrazama bir çavuş yolladı, şövalyelerin teslim olmak hakkındaki ricalarını dinlemesini emretti. Rodos burçlarını yıkan, hendekleri aşan Türk ordusu, şimdi şövalyelerin hayatını bağışlamış oluyordu ve Sadrazam, kalelerden gelen temsilcilerle görüşürken o hoşgörüyü sürdürmeyi borç tanıyordu.
Rodos’a ilk Türk güllesi 8 Temmuz 1522’de düştü, beyaz bayraklar ise 21 Aralık 1522’de çekildi. Demek ki kale tam beş ay Türklere karşı koydu ve Türkleri yordu. Bu yüz elli gün içinde Kara Mahmut Reis gibi, Elbasan Alay Beyi Murat gibi her biri bir Rodos değerinde birkaç düzine kahraman Türk şehit olmuştu. Yeniçeri Ağası Bali Bey gibi tek damla kanının değeri yüzlerce şövalye eden yiğitler ağır yaralar almışlardı. Yakılan burçların yanında Türk şehitlerinin mezarları yükseliyordu. Harcanan para hesapsızdı; kantarlarla barut sarf olunmuş ve binlerce gülle heder edilmişti. Şövalyelerden diri kalanlar ve şehir halkından onlara uyanlar bütün bu hesapları ödemeye mahkûm bulunuyorlardı. Fakat düşmanı yenen ordu, düşmanı affetmek büyüklüğünü de gösterdi ve Rodos’u koruyanların hayatını bağışladı.
Teslim anlaşması hazırlayan Sadrazam Piri Paşa gibi o senedi imzalayan Padişah da ordunun dileğine boyun eğmek zorundaydı. Bu sebeple anlaşma, mağlupların lehine oldu ve Türk hoşgörüsü, resmî belgelerle de tespit edildi. İmza edilen belgelere göre bütün şövalyelerin eşyalarıyla beraber adadan çıkmaları için Türkler tarafından gemiler sağlanacaktı. Adada kalacak Rum ve Lâtinlerin şahıslarına, mallarına, mülklerine ve mezheplerine saygı gösterilecekti. Herhangi bir korkuya mahal vermemek için ordunun, eşiğinde bulunduğu şehir kapılarından bir mil geri çekilmesi de ayrı bir maddeyle vaat edilmişti.
Hünkâr, ada temsilcileriyle görüşme sırasında Cem Sultan’ın oğlundan bahis olunmamasını Sadrazama emretmişti. Adadan yalnız şövalyelerin çıkmasına rıza gösterdiği için Prensin nasıl olsa ele geçeceğini tahmin ediyordu. Şövalyelerse onun adını ağza almaktan tamamıyla çekinmişlerdi. Çünkü Hünkârın, amcasının oğlunu bağışlamayacağını biliyorlardı ve Şehzadeyi gizlice kaçırmaya hazırlanıyorlardı.
Ordu, siyasî konuşmalarla, senetleşmelerle ilgilenmiyordu. Fakat Rodos’ta esir hayatı yaşayan binden fazla Türk’ün hürriyete kavuşabilmesi için şövalyelerin selâmete ermesinin şart koşulduğunu duyunca, bu ilgisizlik heyecana dönüştü, müthiş bir coşkunluk yüz gösterdi. Yiğit askerler, merhamet edip de canlarını bağışladıkları mağlup şövalyelerin, mazlum Türk esirlerini beş on gün daha zincirde inletmek gibi gerçekten çirkin bir hareketi yapmaktan çekinmediklerini görüp son derece üzülmüşlerdi.
Şahbazların yerden göğe kadar hakları vardı. Çünkü Rodos’u almak emeli oradaki Türk esirlerini kurtarmak kaygısından doğduğu gibi bu uğurda aralarında binlerce kurban vermişlerdi. Yeryüzünde ancak hür olarak yaşamaya alışkın olan Türklerin, ırktaşlarından bir tekini bile esir durumunda görmeye tahammül etmelerine imkân yoktu. Ordu işte bu imkânsızlığın kudretli bir örneği olarak Rodos’a gelmiş, burçlar devirmiş, hendekler aşmış ve kurtarıcılarını bekleyen ırktaşlarına kurtuluş müjdesini muhteşem bir zaferin kucağına sarıp sunmuştu. Bu hâle rağmen, yenilenlerin şöyle hoyrat bir hâl almaları elbette isyan duygusu uyandıracaktı.
Başta yeniçerilerle sipahiler olmak üzere bütün ordu, mağlup düşmana gösterdikleri şefkati yine korumakla beraber, esir Türkleri hemen hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçmiş, şehre doğru yürümüştü. Hepsi silâhsızdı ve bu halleriyle mağlup düşmanı ezmek için değil, millî bir borcu yerine getirmek için hareket ettiklerini göstermek istiyorlardı. Lâkin şövalyeler, bu silâhsız yürüyüşten de telaşa düştüklerinden bütün şehir kapılarını kapamışlar ve ellerinde bulundurdukları esirleri de ayaklanmalarına meydan vermemek için Aziz Yahya Kilisesi’ne doldurmuşlardı.
Silâhsız askerlerin şehir kapılarını kırmaları beş on dakikalık bir iş oldu ve ırktaşlarına hürriyet getiren dilâverlerle bu hürriyeti sarsılmaz bir imanla bekleyen esirlerin kavuşması Tanrı’yı da sevinçten ağlatacak bir manzara oluşturdu. Kurtaranlarla kurtulanlar boyuna kucaklaşıyordu. O sırada bir sipahi, Türk’ün hiçbir yerde esir kalmayacağını bir kere daha ispat eden bu tarihî sahnenin heyecanını şehir dışına da aksettirmek istedi. Aziz Yahya Kilisesi’nin çan kulesine çıktı, gür sesle ezan okudu. Bir yeniçeri de Sen Nikola Kulesi mazgallarında bulduğu davulu çalarak manzaraya şen bir ses daha kattı ve o ezanı tarihin kulağına haykırmış oldu.
O gün Noel sabahıydı. Papa Ardiyen, Sen Piyer Kilisesi’nde kutsal dualar okuyordu. Pencere kenarından ansızın bir taş düştü. Yuvarlana yuvarlana Papanın ayağı altına geldi. Kardinaller ve kilisede bulunanlar hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yazısız bir mektuba benzeyen taşa bakıyorlardı. Papa, acı acı gülümsedi.
“Evlâtlarım,” dedi, “kilisenin dayanak noktalarından biri bugün düşmüş olacak. Bu taş, o düşüşü haber veriyor.” Ve sonra ellerini yüzüne kapayarak ilâve etti.
“Rodos için kana kana ağlayalım!”
Şövalyeler, çektikleri korkunun yersiz olduğunu anlamışlardı. Çünkü şehr ellerinde sade birer değnek olduğu hâlde giren askerler, kimsenin burnunu bile kanatmamışlardı. Bu da gayet tabiiydi. Türk, kendi dileğiyle verdiği sözden dönmez. Askerler de, evvelce bağışladıkları ve Hünkâra da bağışlattıkları canları incitmeyi hatırlarına bile getirmemişlerdi. Emelleri, esir Türkleri kurtarmaktı. Bu emele erince sevinmişler ve ezanlı, davullu bir gösteriden sonra geri dönmüşlerdi.
Bununla beraber, Hünkâr, Üstad-ı Azam’ın büyük korkular geçirdiğini düşünerek ona teselli ve güven vermek istedi. Kendisini huzuruna davet etti. Haçı kılıca eş yapmış, dini silâh kuvvetiyle yaşatmayı ülkü edinmiş bir tarikatın reisi olan Üstad-ı Azam, kendi karakterine göre kıyas yürüterek korktuğundan mı, yoksa şaşkınlığından mı bilinmez, bu davete olumlu yanıt vermekten çekinmişti. Fakat şehri değnekle işgal edip de bırakan ordunun ne kendisine, ne başkasına işkence ettiğini düşünerek akıllı davranmak yolunu tuttu, Türk ordugâhına gitti.
Hünkâr divana başkanlık ediyordu, memleket işleriyle meşgul oluyordu. Büyük otağın kapısı önünde on beş gemici, zincirler içinde titreşip duruyordu. Bunlar, Rodos halkından birkaç kişiydi. Anadolu yakasına geçmeye çalışan bedbahtlardı. Üstad-ı Azam, uzun süre onların yanında kaldı, divanın dağılmasını bekledi. Aralıksız yağan yağmura rağmen o, içine düştüğü sahneyi hayran hayran inceliyordu. Kapıcılar, çavuşlar, divana girmek nöbeti bekleyen beyler, paşalar hep yağmur altındaydı. Fakat kimse yüzünü ekşitmiyordu. Açık havada bulunuyorlarmış gibi sakin görünüyorlardı. Yağmur, piramitler üstüne düşen jaleler gibi bu demir vücutlu Türkler üzerinde hiçbir ıslaklık oluşturamıyor gibiydi. Üstad-ı Azam bu duruma ve her Türk’ün endamında beliren büyüklüğe, güzelliğe karşı derin bir imrenme seziyor ve bu imrenişin hararetiyle kış yağmurunun soğukluğunu duymaz oluyordu.
O sırada divanda heyecanlı bir tartışma yaşanıyordu. Vezirlerden bir kısmı suçlu gemicilerin üçer yüz değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmasını, bir kısmı da küreğe konulmalarını istiyorlardı. Hünkâr, iki tarafın da fikrini anladıktan sonra kaşlarını