Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki Prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellât otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selamlıyordu. “Buyurun Sultanım, şu çadıra buyurun,” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.

* * *

      Süleyman kendini artık mutlu sayıyordu. İstanbul Fatihi’nin mağlup olduğu iki önemli yerde, o galip olmuştu, zafer kazanmıştı. Belgrad elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.

      Cem Sultan’ın oğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi, tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus o yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık taç ve taht emin ve rahat yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitecekti.

      Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçlarını yıka yıka ele geçirmişse, yar-ı canının kalbini de ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü direniş imkânını devire devire, bir aşk zaferiyle elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi, kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin uyumla ona boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise kuşatmasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mutlu etmez, belki mahcup eder.

      Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, utanç duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerden ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.

      Evet, aşk sahnesinde sinek rolü oynamaktan bıkıp usanmıştı. Şimdi heyecanlı bir pervane olup Hürrem’in yüreğine kapanmak istiyordu. Bunun için o yüreği evvela açmak gerekti. Bir kadın yüreğini açabilmekse iyi müdafaa olunan bir kale kapısını açmaktan daha zordu. Belgrad’la Rodos’u düşüren genç Hükümdar, belki de henüz sınamadığı bir işle karşılaştığı için bu kanaatteydi ve kendini hayal yahut kuruntu ürünü güçlüklere karşı hazırlamak kaygısına kapılmıştı.

      Her şeyden, her hamleden önce şiiriyle Hürrem’i ateşlemek azmindeydi. Bütün şairler gibi o da şiirin sihir olduğuna inandığı için, her kelimesinde gönül ateşinden bir kıvılcım yanan gazellerle sevgilisinin kalbinde sönmez yangınlar tutuşturabileceğini umuyordu. O güne kadar yendiği kadınlara yalnız elini ve ağzını uzatmıştı. Hürrem’e kalbini, ruhunu, vicdanını uzatmak ve onların sesini de şiir hâlinde kıza duyurmak istiyordu.

      Heyecanı daima coşkundu, fakat dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple, Rodos’un alındığını ve Cem Sultan’ın oğlunun yetişkin oğluyla birlikte katledildiğini anasına müjdelerken, Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilâve etmişti:

      Sername-i muhabbeti cânâne yazmışam,

      Hasret risalesin varakı câne yazmışam,

      Nâlişlerini derd ile biçâre bülbülün

      Bâdisabâ ehle gülistâne yazmışam.

      Zülfün hikâyetini gönülde misal edip,

      Gam kıssasını levhi perişâne yazmışam.

      Resmetmişem gözümde hayalini gûyâ,

      Nakşi nigân sağari mercane yazmışam.

      Lâkin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapatıyor, Hürrem’i kendinden gelen mektupları dinlerken düşünüp, onun bu şiirdeki hasret ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bunu görmekten üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.

      Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki ve Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:

      Kıldım belâyı aşk ile ben müptela sefer,

      Meşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!

      Hayretteyim ki böyle havadar iken sana,

      Çün erdi kûyine niçin ede saba sefer?

      Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddini,

      Akereb de olsa mâh değildir reva sefer!

      Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalır,

      Sevdayi zülfüyâr ile müsgi hatâ sefer!

      Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir anlam açıklığı görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip duygulanacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Savaş bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için Sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.

      Nihayet bu işler bitti; fethedilen yerlere muhafızlar konuldu; bayındırlık işleriyle uğraşacak memurlar seçildi; Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçu’na zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber, Hükümdara ihmal edilemeyecek şeyleri de meydana çıkarıyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lâzımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir törenle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultan’ın oğlu ile torununun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.

      O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla, şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek savaşın planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına saygı göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden, mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.

      İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu geçerek dönüş yolunu kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş Köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı,