Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

arasında işte böyle düşündü ve bütün kadınları yorgunluğa düşürüp kendisi dinç kaldığı için gönülden gönüle dolaşmak kudretini koruyan Hünkârı o güçten uzaklaştırmayı planına temel yaptı. Sunulan gıdayı azımsamış bir kedi sokulganlığıyla, zaferin sersemliğini henüz gideremeyen erkeğe yanaştı.

      “Aşk,” dedi, “rüyaymış, Efem!”

      “Neden?”

      “Elde, avuçta bir şey kalmıyor da ondan!”

      “Yürekte de kalmıyor mu bir şey?”

      “Orada tatlı bir sızı var, Efem.”

      “İşte aşk budur, Hürrem. Seven yürek daima sızlar. Fakat bu sızlayış, başka yanıklar gibi olmaz. Hoşa gider.”

      “Sizin de yüreğiniz benimki gibi sızlıyor mu, Efem?”

      Bunu söylerken Süleyman’ın ellerini yakalamış, sezdirmemeye çalışır gibi görünerek boyuna öpüyordu. Hünkâr, böyle sokulganlığı bütün hayatında ilk defa görüyordu. Hiçbir kadın kendisi tarafından işaret edilmedikçe yanına yaklaşmamış, hiçbir dudak böyle müsaadesiz teninde dolaşmamıştı. Hürrem, bu sınanmamış zevki ona tattırıyordu ve bir taraflı aşkların kıymetsizliğine şu haliyle tatlı bir örnek vermiş oluyordu.

      Hünkâr gerçekten sarhoşlaşıyordu. Düşündüğü ve emel edindiği gibi Hürrem’e aşk aşılayıp aşılayamadığını henüz takdir edemiyordu. Daha doğrusu bu işin öyle bir hamlede başarılabileceğine inanamıyordu. Fakat özel bir zekâ, özel bir hassasiyet ve bir cilvekârlıkla karşılaştığına inanmıştı. Düşüncelerini, duygularını, dileklerini, hatta yanıp yakılışlarını, sarsılıp yıkılışlarını saklamayı zevk sayan ve aşk mihrabına hislerini kefenleyerek yaklaşan kadınlarla; gözünü yüreklerde dolaştırmak, dudağını damarların ta içine sokmak isteyen Hürrem arasındaki engin fark içine hem haz, hem hayret yayıyor, beynini hoş bir sarsıntıya düşürüyordu.

      Berikiler, o Mahidevranlar ve benzerleri nihayet birer kalıptı. Hürrem, coşmaya ve taşmaya müsait bir kalpti. Onun bu özelliği, Süleyman’ın yüreğindeki kıvılcımı aniden bir yangına çevirip ruhundaki iştahı arttırdı ve o yangınla o iştah, bir haykırış olup Padişahın dudaklarında titredi.

      “Yüreğimde oturuyorsun da onun nasıl sızladığını görmüyor musun? Gözünü aç, Hürrem, kalbime iyi bak. O yanıyor, senin için yanıyor!”

      Kız sanki bu yanan kalbi avucuna alıp oynamak istiyormuş gibi sokuluyor, başını Hünkârın göğsüne dayayarak uzun uzun kokluyordu. Fakat hesaplı davranmaktan geri kalmıyordu. Emeli yanmadan yakmak, yıkılmadan yıkmak, incinmeden yenmekti.

      Oyuncu zekâsının bütün inceliklerini kullanarak bu emeline erdi, genç Hükümdarı bozgundan bozguna uğrattı, okşaya okşaya yıprattı, rüyadan rüyaya geçerek tamamıyla sarhoşlattı ve sonra tek bir ter damlası taşımayan zinde alnını onun dizlerine dayayarak sordu.

      “Ben sizin nenizim, Efem?”

      “Aşkım.”

      “Ya siz benim nemsiniz, Efem?”

      “Aşkın!”

      “Valide Sultan Efendimiz, Hasekiniz, halayıklarınız, köleleriniz, uşaklarınız da beni böyle mi tanıyacaklar?”

      Hünkâr sustu ve somurttu. Kendini iliğine kadar büyüleyen şu oynak kadına evet diyemezdi, çünkü ona sunduğu ve ondan karşılığını aldığına inandığı aşk, sınırsız bir zevk ifade etmekle beraber ne Hürrem’e bir hak sağlar, ne de kendisine bir görev verebilirdi. İkisinin kalbi şekerle süt gibi karışmış da olsa, sütün aslı başka, şekerin aslı başkaydı ve herkes Hürrem’i halayık, kendisini padişah tanıyacaktı. Aşk, esirle sahibi arasındaki farkı gideremezdi.

      Süleyman bu hakikati düşünerek susuyordu, fakat dizine yapışık duran o parlak alın yavaş yavaş yükselerek gümüş bir levha gibi dudaklarının hizasına gelince dayanamadı, dudaklarını uzattı ve kekeledi.

      “Sana hünkârın gözdesi, gözbebeği diyecekler, yavrum.”

      “Başkalarına da öyle diyorlar, Efem. Ben, beni size bağlayan zincirin adını öğrenmek istiyorum.”

      “Sevgi!”

      “Onu yalnız biz görürüz. Beni, sevenlerin, sevmeyenlerin de görecekleri bir bağla bağlamaz mısınız?”

      Süleyman tepeden tırnağa kadar sarsıldı; kızın ne demek istediğini anlamıştı ve bu anlayış onun bütün benliğini hayret içinde bırakmıştı. Aşk yolunun ilk merhalesinde nikâha değinen Hürrem’i şimdi yalnız güzel, zeki, duygulu değil, tehlikeli de buluyor ve bir kat daha meşhur oluyordu. Çünkü kendisi yaradılış ve terbiye dolayısıyla savaş aşığı bir adamdı; bu aşk onu tehlike sever bir insan yapmıştı ve Hürrem’de tehlike sezince ona ait sevgisi de tabiatıyla çoğalıyordu!

      Bununla beraber kadının masum bir sadeliğe sarıp ortaya attığı bu konu üzerinde durmayı şanına lâyık bulmadı, bahsi değiştirmek istedi.

      “Sen benim aşkımsın, kalbimin ışığısın. Başkalarının ne diyeceğini düşünme, ne yapacaklarını düşün.”

      “Ne yapacaklar, Efem?”

      “Önünde eğilecekler, eteğini öpecekler; kulun, kölen olacaklar!”

      “Kula kul, köleye köle olmak? Onlara belki hoş gelir ama beni sıkar efem!”

      Hünkâr, verdiği hazzın bedelini çok başka türlü ödetmek isteyen zeki kadını bir daha ve bütün aklını kullanarak süzdü, yeni baştan titredi. Öper gibi görünen, yalvarır gibi görünen o gözlerde derin ve pek derin bir kudret yanıyordu. Hünkâr, bu ateşten, zihnine bulaşacak yangından korunmak için gözlerini kapadı.

      “Aşk,” dedi, “dilsizlikten de hoşlanır. Susalım ve sevişelim!”

* * *

      O gece sarayda mumlar yorulup uyudu, nöbetçiler yorulup uyudu, bütün hayat uyudu, dört kişi uyumadı. Hünkâr, Hürrem, Hafsa Sultan, Haseki Mahidevran!

      Süleyman’la sevgilisi yemeği unutmuşlar, içmeyi unutmuşlar, hatta kendilerini unutmuşlardı. Yüreklerini kanat yaparak kendinden geçme âlemine yükselmişler, bin bir heyecan merhalesi dolaşarak sabahı bulmuşlardı. Güneş iki genci erimiş bir durumda buldu ve onların dirilişi gerçekten yeni bir doğum oldu. İkisi de başka bir hayata göz açıyormuş gibi tatlı bir hayret içindeydi. Süleyman, dedeler mirası tahtıyla ölçülmesine imkân olmayan yüksek ve pek yüksek bir tahta sahip olmuş gibi ruhî bir yükseliş sezerek beyin dönmesi geçiriyordu. Hürrem, göz kamaştırıcı âlemlerin bir erkek kılığına dönüşüp koynuna sığıştığını sanarak benliğinde hudutsuz bir enginleşme, bir genişleme görüyor, gurur buhranlarına kapılıyordu.

      Hünkâr, yanı başında uzanan kadının mesut bir sersemlik içinde bulunduğunu gördü, taze bir arzuya kapıldı.

      “Hürrem,” dedi, “gün doğmuş! Senin yüreğinde bir şeyler doğmuyor mu?”

      O, mahmur mahmur gülümsedi.

      “Benim günüm dünden doğdu Efem, bir dahi kararmaz o!”

      “Senin günün ne çeşit şey?”

      “Göktekinden daha nurlu, daha güzel, daha kuvvetli!”

      “Aşk mı bu?”

      “Sizsiniz Efem! Ben aşkı sizin bakışınızda, sizin konuşmanızda buluyorum.”

      “Demek ki aşkı artık gördün, anladın. Memnun musun bari?”

      “İnsan,