Turhan Tan

Hürrem


Скачать книгу

dedi, “Arada güller, sümbüller de var ha. Demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu Şevketli Hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”

      Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp onu yanına çekti.

      “Aslanınıza,” dedi, “fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi ettiklerinize bakıp ona göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”

      Salondan oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu.

      “Yapacağını da söyler misin, Hanım Sultan?”

      O, başını çevirmeden cevap verdi.

      “Bana yakışanı!”

      Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber, dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde sultanlığına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki önemsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir açlıkla kucaklayıverecekti; çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha güzel ve daha cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Rus dağlarından koparılıp İstanbul sarayına getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir güzellik, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi eskisine nazaran iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar fark taşıyordu. Önceden yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi sakin ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti halindeydi; kalkıktı ve üzerinde bulunduğu yüze çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.

      Süleyman, goncalık güzelliğini korumakla beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in, güzellik bakımından elde ettiği gelişimi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi.

      “Çok teşekkür ederim, valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz gidelim, halvette konuşalım.”

      Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilâhîleşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.

      Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık manevî ihtiyaçları kamçıladığından, âşık Hünkâr, homurdanan bir kurt gibi görünüyordu.

      Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye döndü. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını uluorta koklamak hırsından uzaklaşmıştı; onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan, kokulu bir sevda kıvılcımı yaratmak isteğine kapılmıştı.

      Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir konu açtı.

      “Aslanım,” dedi, “gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”

      Ve, “Öp Aslanımın ayaklarını,” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti.

      “Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”

      Hünkâr, duyan, fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeniden kaybetmiş, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibi beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.

      “Tekrar teşekkür ederim, valide,” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”

      Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi Padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.

      Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri özel törenlere bağlıydı. Onlar, o taç sahibi hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi uluorta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz gelişmemişse de, gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule göre hünkâr, kalbî olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince haremağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçim törenini tamamlardı.

      Süleyman, bu geleneğe saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini gösterme düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, gelenekten de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.

      “Allah,” dedi, “safa-yı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”

      İşte o sırada Mahidevran, haremağalarıyla dil kavgası yapıyor, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü, hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek derdine düşmüş oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu. Vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.

      O hırçın Hasekiyi oradan uzaklaştırmak, yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne uygun oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve gelenek, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.

      Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken, Süleyman da Hürrem’in karşısına geçmiş, derin bir kendinden geçmeyle onu izliyordu.

      Gerçekten kendinden geçmiş gibiydi; içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında el pençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.

      Süleyman,